Dinde Dilsel Takıntılar

dinde_dilsel_takintilarArada bir toplumun ve zihnimizin gündemini meşgul eden bir konudur, “Allãh” kelimesi yerine Türkçe kökenli “Tanrı” sözcüğünün kullanılıp kullanılamayacağı. Lüzumsuz bir münazara olduğunu düşünüp mevzuya esnek yaklaşanlar olduğu gibi, “en güzel isimler” (diye meallendirilen “Esmãül Hüsnã”) arasında yer almadığından kullanımının hatalı, hatta sakıncalı olabileceğini düşünenler de var. Bu kanaatte olanların temel savı ise, kelimenin Türkçe’de karşılığının olmadığı ve istenen anlamı karşılamayacağı şeklinde.

Aslında tartışmanın zemini daha da geniş, kavramların diller arası tercümesi ile ilgili, fakat daha bir önem arz ettiği ve(ya) gündemi daha fazla meşgul ettiği için “Allãh” mı, “Tanrı” mı meselesi üzerinden konuyu açmak istiyorum.

tengriHer ne kadar bugün bu konu tartışılıyor olsa da, tarihe ve kaynaklara göz attığımızda Türk milletinin Müslümanlaşmasıyla beraber, “Allãh” [1] kelimesinin bilinen en eski Türkçe sözcüklerden biri olan Tanrı/Teñri [2] kelimesi ile bir dönem anlamlı olarak kullanıldığı gerçeği var! Kök-Teñri inancına sahip Türklerin Tanrı kelimesini terk etmeyip kullanmaya devam etmeleri [3] tek Yaratıcı kudret/Kök-Teñri anlayışlarının kendilerine anlatılan Allãh anlayışı ile çok farklı olmamasından kaynaklanıyor.

1-“Allãh” kelimesinin ilk geçtiği Türkçe yazılı eser, Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hacip – 1070 yılı.

2- Teñri kelimesi ise yaklaşık 2500 yıldır yazılı kaynaklarda geçiyor. “ñ”genizden gelen n sesidir.

3- Bir dilde normal koşullarda kendi içinde türetilmiş eş anlamlı kelimeler bulunmaz. Çünkü bir toplum anlamları birbirine ne kadar yakın olursa olsun iki ayrı kelimeyi türetme ihtiyacı duymuşsa, bu sözcüklerin oluşmasını hazırlayan farklı motivasyonlar olduğu içindir. Eş anlamlı kelimeler, ya ana dile yabancı dillerden giren sözcükler ile veya hâlihazırda dile yerleşmiş yabancı kaynaklı kelimeler için türetilen yeni yerli kelimeler ile doğarlar. Örneğin, bir Türk için “kas” [Tr. <1935] ve “adale” [Ar. <1680] sözcüklerinin anlamları aynıdır ve aralarındaki fark sadece kökenlerini aldıkları dillerden ibarettir.

Bir sözcük yabancı bir dilden ana dile, eğer o dilde karşılığı/tanımı olmazsa yerleşme şansı bulabilir (elbette bu, ilgili kelimenin çevirisinin daha sonra türetilecek bir kelime ile yapılamayacağı anlamına gelmez). Bir zamanlar “kompüter” kelimesi ile dilimize yerleşen cihazlar örnek olarak verilebilir (Kompüter kelimesi ile tanımlanan cihaz Türk halkı tarafından da kullanılmaya başlayınca “bilgisayar” kelimesi türetilerek anadilde bir karşılık bulmuş ve gündelik kullanımdan da düşmüştür). Diğer bir yandan, eğer dış kaynaklı bir kelimenin (ör: Fransızca; “absürt”) tanımını ana dilde karşılayan bir sözcük (Türkçe; “saçma”) olmasına rağmen bu yabancı sözcük dile yerleşme şansı buluyorsa, orada kasıtlı bir süreç, bir hesap işletiliyor demektir (bilgiçlik, seçkinlik, üstünlük taslama; aşağılık duygusunu giderme, hayranlık, kutsiyet verme vs. gibi).***

Tabi burada akıllara itiraz mahiyetinde şu soru gelebilir: Eski Türkler Gökteki bir Tanrı’ya tapmıyorlar mıydı?gök-tanrı

Kök-Teñri deyişi böyle bir izlenim verse de, bilinenin aksine, “Kök-Gök” sözcüğü “gökyüzü” anlamının yanı sıra, Teñri kelimesinin yanında “Yüce-Ulu-Kutsal” yan anlamıyla da kullanılmış (eski) Türklerce. Tanrı’yı bir mekândan çok, “Allãh arşa istiva etti (Ta-ha-5)” veya “O’dur ki Gökte de yerde de ilâh olan (Zuhruf-84)” âyetlerindeki ifade biçiminde olduğu gibi yüceliği, ulaşılmazlığı ve erişilmezliği gökle birlikte tasavvur etmişler.

ahmed-yesevi

Günümüzde “Tanrı” kelimesine soğuk bakılıyorsa da, kelimenin izleri gerek Türk tasavvuf tarihinin öncüsü Ahmed Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’inde [4] gerek Anadolu tasavvufunun en önemli isimlerinden Yunus Emre ve Niyazi Mısri’nin şiirlerinde de görülmekte. Demek ki, Tanrı kelimesinin Allãh kelimesini karşıladığını tasavvuf ehli de düşünüp –bu tartışmalara hiç girme gereği bile duymadan- uygun görmüş ki sözcüğü çekinmeden kullanmışlar [5].

4- Divan-ı Hikmet’ten iki satır örnek;

Rahmân Teñrim günahımdın öter mukin? (Hikmet-37)

Teñri Teâlâ sözin Resulullâh sünnetin (Hikmet-66)

5- Bir dilde eş anlamlı olan kelimelerde zamanla anlam kaymalarının meydana gelmesi çok doğal. 11. asırda dilimize girerek “Tanrı” sözcüğü ile günlük konuşma dili düzeyinde ve sözlükte eş anlamlı hâle gelen “Allãh” kelimesi de son bin yıllık süreçte birbirinden ayrışarak farklılaşmıştır. Bu ayrışmanın nedeni bu süreçte kimi kavmiyetçi Arapların uydurulmuş hadis rivayetleri ile kendi ırklarını ve dillerini üstün saydırtıp Arapça’yı “Cennet dilidir” diyecek kadar kutsallaştırmaları ve doğal olarak kutsal olmayan (!) bir dilden gelme “Tanrı” sözcüğünün Arapçılık yapan kesimlerce kerih gösterilmesidir.

İlk dönemlerde gerek yazında gerek (Karahanlılar dönemi) Kur’ãn’ın ilk Türkçe tercümesinde [6] “Tanrı” kelimesi “Allãh” anlamıyla rahatlıkla kullanılmışken, görülen o ki sonraki yüzyıllarda Arapça’nın kutsal olduğunun empoze edilmesi ve dolayısıyla (secde, Rahman, Rahim, rükû, salât, zekât vd. gibi) Kur’ãn terimlerinin tercüme edilemeyeceği inancının yerleşmesi ile daha dar bir anlamı barındıran “ilâh” kelimesine karşılık olarak indirgenmiş. Fakat atlanılan bir nokta var! “Tanrı” kelimesi özel bir addır ve bu nedenle çoğul formuyla (Teñri-ler biçimiyle) hiç bir zaman kullanılmamıştır. Bu nedenle gramatik açıdan Arapça’da çoğul formu olabilen “ilah(-lar)” kelimesinin yerine kullanılamaz ve “ilah” sözcüğünün karşılığı değildir.

6-Kur’ãn kelimelerinin hepsine doğrudan karşılık gelen Türkçe kelimeler verilmiştir.

Bu uzun süreçte Arapça dini terminolojinin Türkçe veya başka bir dilde karşılığının olmaması inancı, bizlere Arapçı zihniyet tarafından ezberletilmiş adeta. Arapçanın kutsal ve makbul olduğu aldatmacası bilinçdışımıza o derece yerleşmiş ki, en sıradan dualarımızı, zikirlerimizi anlamlarını bilmeden ve bilme ihtiyacı bile duymadan Arapça yapar hale gelmişiz [7]. Bu da yetmemiş, Kur’ãn’da geçmediği halde Arapça kelimeleri kullanmak bile kutsal ve üstünlük göstergesi addedilerek yüzlerce Arapça kökenli sözcük kelime türetme zenginliği, gücü yüksek olan Türkçe’ye sokulmuştur [8].

7- Günümüzde de aynen devam eden bu mantalite bir sivilce duasının bile Arapça yapılmasını tavsiye edebilmekte (“Allãhumme musaggiral ‘kebîri ve mukebbiras’ sagir. Saggir mâ bî.”).

8- Elbette burada vurgu yaptığım nokta tarihte bir şekilde yerini almış dilsel meselelerin, dinsel sorunlar, takıntılar haline getirilmemesine. Yoksa Öz Türkçeci bir anlayış takınıp bu kelime zenginliğini (yani tarihsel mirası) reddetmek de anlamlı ve pratik olmayacaktır.

Oysa kelimeler dini bir alt yapıyla geliyor olsalar da kutsal değildir. Örneğin “Allãh, ekber, secde, rükû” gibi kelimeler Rasûlullah’tan önceki müşrik Araplarca da kullanılmakta olan sözcüklerdi! Rasûlullâh daha önce toplumu tarafından hiç duyulmamış, bilinmeyen, orijinal kelimeler üreterek insanları isimlerini ilk defa duydukları kelimelere iman etmeye veya uygulamaya davet etmemiştir. Fakat dönemin şirk algısı içerisindeki insanlarına, âşina oldukları kelimelerle o kelimelerin orijinal özelliklerini hatırlatarak tebliğde bulunmuştur. Arapların binlerce yıldır kullanageldikleri bu kelimeler değil, Rasûl’un bu kelime araçları ile algılattırmak istediği “idrak”, “üflediği ruh” kutsaldır!

Daha iyi anlatabilmek adına basit bir misal vermek gerekirse, örneğin “Allãhu Ekber”deki, “ekber” kelimesinin “yüce, ulu” şeklinde çevrilmesine, “ekber”in anlatttığı anlamı daralttığı gerekçesi ile karşı çıkıldığı biliniyor. Hâlbuki “ekber” sadece yaratıcıya has olarak kullanılan bir kelime olmayıp motamot çevrildiğinde “büyük” ve “daha büyük” şeklinde tanımlanır. Bir Arap “ekber” sözcüğünü duyduğunda zihninde canlanacak olan anlam da “büyük” ve “daha büyük”tür, sanıldığı gibi geniş anlamlı bir takım ontolojik kavramları düşünmez. Araplar bu sözcüğü yüzlerce yıldır, örneğin “5, 3’ten ekberdir (daha büyüktür)” veya “3, 5, 7 sayıları içinde 7 ekberdir (en büyüktür)” şeklinde kullanıyorlar.

Düşünülenin de aksine “E KBeR” kelimesi niceliksel/sayısal bir konsepti de taşıdığı için niteliksel içeriğe sahip “yüce, ulu” kelimelerine göre daha dar, pek de kutsal olmayan bir manayı çağrıştırmıyor mu?

“Tanrı yücedir” tercümesi bizlere alışık olmadığımız için günümüzde pek sıcak gelmese de, Türklerin Müslümanlığının ilk dönemlerinde bir Türkün zihninde yarattığı çağrışım bir Arapın orijinal “Allãhu Ekber” kalıbını duyduğunda anladığı ile aynı idi. Dolayısıyla önemli olan tercüme edilip edilmeme meselesi değil, kullanılan kelimelerin birer araç olduğunun fark edilmesi ve bu kelime araçlarına kişinin kendisine ulaşan hakikat bilgisine getirdiği idrake göre zihninde yüklediği kavramdır. “Allãhu Ekber” veya “Tanrı yücedir” şeklinde kullanılması hakikate daha çok yaklaştırıcı veya uzaklaştırıcı değildir. Bu kelimelere, ibarelere yüklenen kavramlar (tanımlar, düşünce kurguları) kişinin şirk kavramını idrak edip etmemesi ile ilgilidir, orijinalini veya tercümesini kullanıp kullanmaması ile değil. Her iki durumda da Kur’ãn bütünlüğünde bu kalıpların ifade etmek istediği gerçekler için açıklama yapma zarureti vardır. Nasıl ki niceliksel bir tanım barındıran “ekber-en büyük”, “Allãh” kelimesi yanına geldiğinde nitelik açısından yorumlanmak zorunda kalıyorsa, “yüce” sözcüğü de bu şekilde düşünülmelidir. Kur’ãn’da geçiyor olsa da, sonuçta kelimeler sınırlı zihin dünyamıza ait sınırlı iletişim araçları olduğundan “ekber” sözcüğü dahi her bir diğer kelime gibi, Gönül dilinin sezebileceği, tanıma gelmeyen bu Mutlak Sonsuz Kudreti anlatmada aciz kalır.

Vahyin dili sesi sedası olmayan Gönül dilidir. Bu dünya hayatında, yani küfür ve şirk boyutunda ise ses olarak algılanışı, kendisinde Risaleti fark etmiş zihnin konuşma dilinde olacaktır doğal olarak.

turk-peygamberŞimdi düşünelim, Risâlet, Türkçe konuşan biri tarafından ayrıntılansa idi, acaba “Allâhu Ekber”in karşılığı hangi kelimelerle olacaktı? O Türk Rasûl, “Tanrı” ve “Yüce” sözcüklerini es geçip acaba halkın bilmediği yeni Türkçe kelimelerle mi ortaya çıkardı? Yoksa Türkçe’de karşılığı yoktur diye Türk milletinin anlayamayacağı Arapça ibareleri mi kullanırdı gene? Düşünülmeli..

Aynı mevzû Arapça “Nebi/Râsul” ve Farsça kökenli, Türkçeleşmiş “Peygamber” kelimeleri için de geçerli. “Nebiyy” (haber getiren) kelimesi, “nebe” yani “haber” kelimesinden türetilmiş olup Farsça tam karşılığı Peyğam-Ber’dir (Peyğam=Haber; -Ber=Getiren). 1400 yıl önceki veya günümüzdeki bir Araba “Nebiyy” dediğinizde zihninde çağrışım yapacak olan anlam genel tanımıyla “haber getiren”, dini kapsamda da “Allãh’tan haber getiren” olacaktır. Benzer şekilde Rasûl kelimesi, “ReSeLe” yani “göndermek, salmak, aktarmak” fiilinden türetilmiş olup tam Türkçe karşılığı ELÇİ’dir, özel anlamıyla da “Allãh Elçisi”. Kısacası, “Salât”’ın yerine “Namaz”, “Vudû” yerine “Abdest”, “Nebi/Râsul” yerine “Peygamber”, “Gıybet” yerine “Dedikodu” kullanıp kullanmamak, birbirlerini karşılıyorlar mı karşılamıyorlar mı mülahazaları “dinsel” değil, “dilsel” bir mevzudur. Mâneviyat bu tarz detaycı-şekilci konular değildir [9].

9- Maneviyat, yani manacılık insanın bedensel, psikolojik, sosyal ve ruhsal tüm boyutlarına dair gerektiği kadar detay ve şekil içerir; ama bu detay ve şekil, işin özü, ruhu içselleştirilerek temellendirilmezse Kur’ãn’da yerilen detaycı-şekilci Yahudi zihni gibi (Bakara/67-71) materyalist bir din anlayışı ortaya çıkar.

Sözün özü, “Allãh” kelimesini “kendine bağımsız varlık veren”, manada yahudi/hristiyan/müşrik olan bizler de bilmekte ve kullanmaktayız. Mesele, Allãh ve diğer Kurãn kelimelerini kullanıp kullanmamak değil; bu kelimelerle neyi hissettiğimizdir. Ömür boyu Allãh diye zikrettiğimiz halde kendimize ayrı bir varlık vererek ötede bir yaratıcıya inanıyor olabiliriz. Tam tersine Tanrı dediğimiz hâlde Tanrı Elçisi Muhammed’in Allãh ile kastettiğini de hissediyor olabiliriz.

Allãh’ı bilmedikten sonra, Allãh diyelim, Tanrı diyelim, ne fark eder?

Allãh’ı bildikten sonra, Allãh diyelim, Tanrı diyelim, ne fark eder?

Evrensel anlayış, iz düşüm yaptığı dile takılı kalmak yerine, bize, aslına katılı durmamızı teklif etmektedir.

Selam ve Sevgilerimle..

Dinde Dilsel Takıntılar” hakkında 20 yorum

    1. nihatdemirkol: Peki dindeki bu “dilsel takıntı” nın mümkün tarafı nedir?

      Nihat Bey, manevî konulardaki “dil” mevzûsunda ne âyetlerde ne de Rasûl’un ifâdelerinde bir şekile/gerekli takıntıya :) denk gelmedim. Lütfen gelenler paylaşsın :) Başkalarının “mantıklı” anlatımlarını değil ama, lütfen orijinden (Kur’ãn + Rasûl’un sözlerinden) olsun.. Ne geldiyse başımıza değerli ilim-irfan sahiplerinin görüşlerinin Allãh’ın görüşü gibi zannedilmesinden gelmiştir.

  1. İşte yine bir tabu ve AHHA tarafından yıkma çalışmaları Tanrı kelimesini kabullenmesemde
    mevzunun O’nu bilmek olduğu ile bağlanman
    gayet hoş doğru bir tespit olmuş TEŞEKKÜRLER dşündürücü yazı için….

    1. enough: İşte yine bir tabu ve AHHA tarafından yıkma çalışmaları Tanrı kelimesini kabullenmesemde mevzunun O’nu bilmek olduğu ile bağlanman gayet hoş doğru bir tespit olmuş TEŞEKKÜRLER dşündürücü yazı için….

      Değerli enough, Tanrı veya bir başka kelimenin iğreti durması gayet normal, beyin bu yönde şartlandırılmış. Afrika’da doğmuş olsaydınız yaratıcının “Manitu” ismi haricindeki çevirileri de soğuk gelecekti :).

      Kabullenmemen elbette “dinsel” açıdan bir sıkıntı da oluşturmayacaktır :). Yazıda da belirtmeye çalıştığım gibi -kelimelere takılmadan- derdimiz O’nu hakkıyla hissetmek olmalı..

  2. Esas olanın “O’nu hissetmek” olduğunu bilmekle beraber, kelimelerin şekil ve yapısının da bu hissedişi desteklediğini düşünüyorum. Mesela (kendi örneğimi vereyim) LA İLAHE İLLALLAH derken, LA sözcüğü, Türkçe karşılığı olan “hayır/yok” sözcüklerinden “haykırmaya” daha müsait. (deneyelim) Ki LA İLAHE İLLALLAH mana itibari ile bu “haykırışı”, “karşı çıkışı” içermektedir. Ve bu da cümlenin orjinalini kullanmakla daha iyi ortaya konmaktadır.

    İşin araştırmasında olanların, eminim, bundan çok daha sağlam örnekleri/delilleri vardır. Bu benim acemi yargım.

    Selam ile.

  3. Bu yazıda şu yazılsaydı daha iyi olurdu, okunan kuranın Türkçe mealinide okuyun ne okuduğunu anlayın üzerine olsaydı keşke, bilindiği üzere, tanrı kelimesi kenine ilah edinen her şeye denmekte oysa ALLAH ismi sadece ALLAH için kullanılmıştır başka hiç bir şeyin ismi ALLAH olmamıştır. TANRI dendiğinde sanki örneğin güneşe tapanların güneşe tanrı dedikleri gibi bir mana çıkıp isim olamkatn çıktığından, yazınız bu manada hoş bulmadım gereksiz buldum, ancak içeriğinde dediğim gibi her okunanın Türkçesinin okunması yönünde bir yazı olsaydı zevkle okunurdu

  4. Mevlana, Ahmed Yesevi, Niyazi Mısri, Yunus Emre ve diğer erenler Tanrı kelimesini Allah ismi yerine kullanarak hata etmişler yani?

    Değerli Zeynel, bu yazıyı zaten şu an sizde de olan o genelin yargısını kırmak maksadıyla kaleme aldım. Son bir kaç yüzyılda bize Tanrı kelimesinin ancak güneş, ay vs. tanrısı gibi varsayılan güdük ilahlar için kullanılabileceği empoze edilmiş. Detaylar okumuş olduğunuz yazının içinde… Bunlar tapınılan ilah+lar olabilirler; ama Tanrı değildir.

  5. “Allah’ı bilmedikten sonra Allah diyelim Tanrı diyelim ne fark eder.”
    “Allah’ı bildikten sonra Allah diyelim Tanrı diyelim ne fark eder.”

    Sözleri ile bitiriyorsun yazıyı. Gerçekten fark etmez mi? Nasıl farketmez? Kur’an’da bize şöyle buyuruluyor:

    “Rabbinin adını an ve bütün benliğinle O’na yönel (Müzzemmil/8)

    Rabbimizin (anmamız istenen) adı nedir:

    “«Rabbimiz Allah’tır» deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (Ahkaf/13)

    Tanrı demekte de, yerine göre, sakınca görmüyorum ama hangi düzeyde yaşarsak yaşayalım dinimizi, Allah ile Tanrı kelimeleri arasında fark görüyorum. Böyle olduğu içindir ki Kur’an’da Allah ismi sayılamayacak kadar çok geçiyor ve bizlerden de bu ismi zikretmemiz isteniyor.

    Selam ile.

  6. Rabbin adının anılmasının “Allah, allah, allah… veya Tanrı, tanrı, tanrı…” şeklinde olmadığını “Beyin ve Zikir” yazımda anlatmaya çalışmıştım. Vaktiniz olursa ona da göz atabilirsiniz.. Sevgiler :)

  7. “Allah, Allah…” şeklinde anmak da anmanın bir çeşidi değil midir? Kulak da duymalı sözü, dışımızı oluşturan doku da buna şahit olmalı. Bu bir anma düzeyi ve daha ilerisi de vardır tabii. Ama bu düzeyi hayat boyu korumak ve belli bir ölçüde yaşamak gerektiğini düşünüyorum.

    1. Çeşidi olabilir, yararı da vardır; ama istenen değildir. Bizden istenen, bize teklif edilen anma şekli kelime tekrarı olarak algılandığında işte Tanrı mı, Allah mı mülahazalarına giriliyor.

  8. Güzel yazınız için teşekürler.
    Anladığım kadarıyla hakikati gösteren parmağa takılmayıp, o parmağın işaret ettiği manayı görmemiz gerektiğini ifade etmişsiniz.
    Cenab-ı Allah da ayetinde lafızdan önce, mananın ve kalben yönelişin önemini vurgulamış:
    “De ki: “Allah diye çağırın veya Rahmân diye çağırın. Nasıl çağırırsanız hepsi O’nun Esmaül Hüsnası’dır (Allah’ın en güzel isimleridir).” İsra 110” Bunun üzerine söylenecek çok şey kalmıyor.

    “Kelimeler dini alt yapıyla geliyor olsalar bile, kutsal değildir.”
    1-Burdan yola çıkarsak ayetlerin mana itibariyle kutsal lafız olarak kutsal olmadığını söyleyebilir miyiz?
    2-Arapça anlamını bilmediğimiz kelimeleri kullanılarak yaptığımız dini ritüeller, zihnimizde istenilen manayı oluşturmasa da faydalı olur mu?
    3-İnsanda ulvi duygular uyandıran, hakikate yönelişini sağlayan, düşünüş yada uygulamalar mana yönü ile belki namaza belki oruca karşılık gelebilir mi ?
    4-Büyü- tılsım-muska vs. kültürümüzün bir parçası ve neredeyse tamamı Arapça harfler, ayetler kullanılarak yapılmaktadır. Kutsallığı olmayan bu kelimelerin, anlamı bilinmeyen ayetlerin kullanımı, insanların bunu dini bir kılıf ile meşrulaştırmak istemeleri olabilir mi?
    Teşekkürler…

  9. 1- Hiç bir lafız, hiç bir kelime Zihin dünyasına ait olduğu için kutsal değildir.
    2- Spor yapmış olursunuz :).
    3- Namaz, oruç vs. ritüeldir ve mana oluşması için yapılmaz bilinenin aksine. Bu ritüeller idrak edilen, beyinde oturmuş mana veya hakikat hissi sonrasında melekeleri çıkmakta olan beyin/bedenin mi’racı için şekil gibi gözükse de maneviyat yüklü eylemlerdir. Maymun veya domuza dönüşmüşler istese de namaz kılAmaz, oruç tutamaz; İnsana FARZ’dır bunlar. Yani, bahsettiğiniz ulvi duygular hep bu ritüellerin farz olması için gerekli. Yani birbirlerinin yerine koyulan konular değiller.
    4- Güzel tespit! :) Büyüyü veya duayı yapan, ileten kelimeler, lafızlar değil, beyindeki güçtür.

  10. Sevgili AHHA, söyledikleriniz doğrudur ama, ALLAH isminde “ELİF” e hasta olduğumdan ALLAH ismi benim için vazgeçilmezdir

  11. “Allah ismi ile isaret edilen” diye giris yapan ehlullahin’da acikca vurguladigi gibi
    Allah isminin ZAT ‘taki özellikler mevcudiyetine isaret ismidir.
    Tanri kelimesi kullanan ayni manaya yönelebiliyorsa sorun zaten yoktur.’Hu’ mutlak
    Bilinmezlik vasfidir.insani kamil kitabinin 26.Hüviyet ile ilgili bölüm bu konuyu izah eder.

    Bir Alman dostuma ‘Hz.Muhammedin Allahi’ kitabini vermistim .
    Cok seyi anlayabildigini fakat HU cümlesinin ne anlama gedigini anlayamadigini söylemisti.
    Bence sebebi cok acikti kendi düsüncesinde olusturdugu Tanri kavrami ile Allah ismi ile isaret edilen özellikleri
    ayni kefeye koyup Allah kelimesini ,Tanrisindaki gibi kendisi disinda müstakillestirmesi idi.
    Ne varki suda bir gercek bilinclerimizde olusturdugumuz Tanri kelimesine karsi zit ayri bir kavram bizim Tanri kelimesini
    degil kullanmak düsüncemize dahi yaklastirmiyoruz.

  12. Selamün aleyküm;

    Bir paragrafta şöyle deniyor: “Risalet Türkçe konuşan biri tarafından ayrıntılansa idi acaba ‘Allahu Ekber’ karşılığı hangi kelimelerle olacaktı? O Türk Resul, ‘Tanrı’ ve ‘Yüce’ kelimelerini es geçip acaba halkın bilmediği yeni Türkçe kelimelerle mi ortaya çıkardı? ”

    Ama böyle bir şey varsayılamaz. Çünkü risalet (kendini en iyi ortaya koyacağına inandığı) Arapça ile ayrıntılanmıştır. İş OLUP bitmiştir. En iyi seçenek bu olmalı idi ki bu seçeneği değerlendirmiştir. Başka bir dil ve resul varsayımı, bunun mümkün görüldüğünü gösterir Kİ mümkün görmekle, başka bir şeyi mümkün gören (makam) ın ‘daha mümkünü’ yapmadığını iddia etmiş oluruz.

    Böyle düşünüyorum.

    Selam ile.

  13. Değerli Nihat Bey, Risalet Arapça ile ayrıntılanmamıştır; Risalet Arap olan bir beyinde tezahür ettiğinden Arapçaya tercüme edilmiştir o beyin tarafından. Arapça sadece bir vasıtadır.

    Âyet gereği bir çok toplumda Rasul adlı Evrensel kişilikler ortaya çıkmış ve kendi toplumlarının dillerinde insanlara ilahi öğretiyi aktarmış, teklif etmiştir. Arapça, İbranice, Ademce, Nuhça vs.. Türk, Çin, Moğol peygamberlerin çıkmış olma olasılıkları da yüksektir. Ve bu dillerde Mutlak Kudretin adı Allah değildir.

  14. Merhaba,

    Değerli Sonsuzluk Kulesi’ın 2012 tarihli bu analizini yeni okudum. Kurân’ın dili gibi zorlu bir alanda çalışmalarım var. Twitter’a düştüğüm a-RABÇA notlarım bu araştırmalarıma dair izler taşıyor. Bu mevzu (a-Rabça) gerçekten çok derin. Nerede başlar nerede biter kestirmek -imkânsız olmasa da- kolay değil.

    Mevzu, yukarıda ÖZ ve ÖNEM vurgusu yapılarak, LAFIZLARA çok takılmamak tavsiye edilerek değerlendirilmiş. Bendenizin, buraya yorum bırakan birisi olarak sözü uzun tutmak lüksüm bulunmuyor. Sonsuzluk Kulesi’ın ÖZ vurgusuna katımakla beraber bir hususu vurgulamakla yetineceğim.

    ALLAH sözcüğünün yerini hiçbir sözcük tutamaz. Dünya bu ismin/sözcüğün hikâyesinin (etimoloji) peşinde… Bu ismin, Kurân’ın inzâlinden önce Arap toplumlarında biliniyor, zikrediliyor oluşu Kurân’ın bunu nihai biçimde kayıtladığı gerçeğiyle birlikte değerlendirilmelidir. a-RABÇA araştırmalarımda Kurân’dan aldığım ders şudur: Sayısız sözcüğün Hz. Âdem’e kadar uzanan bir “sibak”ı; her sözcüğün kaderin cilvesi bir “siyâk”ı vardır. Dolayısıyla, a-RABÇA vardır Arapçadan içeru! Yani, a-RABÇA için ARAPÇA özellikle seçilmiştir. Kader ağlarını buna göre örmüştür. Arapça, dillerden sadece bir dil diyerek geçemeyiz. Alelâde bir durum yoktur; fevkalâde bir durum vardır. Bunu tespit KUTSİYET atfı değildir. Bu, ilmi bir vecibedir.

    Saygılarımla,

    Bülend Sungur

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir