Ezelî Sistemdeki “Kendiliğinden” mekanizması

İnsanca bir tanrı anlayışı o kadar sinmiş ki genlerimize, Muhammed Rasûl’un hissedip tanıttığı Allãh’ı her konuda sınırsız özelliklere sahip”, özümüzde; ama ötede bir merkezde kurulu Tanrı olarak düşünüyoruz.

“Zül-İrâd (İrâde fonksiyonu)” denmiş, bunu -bizde yanılsama olarak bulunan- “isteme” özelliğimizin “sınırsız versiyonu” olarak düşünmüşüz. O da -bize benzer şekilde- bir merkezden (!) AN’da hikmetle yaratmayı (!) diliyor !?..

Dünyamızdan bir kelime kullanılarak “El-Kadir” olduğu anlatılmış, Allãh’da GÜÇ olduğuna işâret edilmiş; ama bu ifâdenin sadeliği tanrımızda eksiklik oluşturduğundan, ona yakıştıramadığımızdan yetmemiş, bunu “Sınırsız güce sahip, Her şeye gücü yeten” olarak değiştirmişiz.

Düşünen “Sevgideğerli Ateist” de sormuş hâliyle; madem “her konuda sınırsız”, “her şeye gücü yetiyor O’nun”, kendi varlığını/bilgisini/gücünü ortadan kaldırsın (!), bir kaç tane tanrı yaratsın (!), “kaldıramayacağı bir taş yaratsın”, vs. diye… Tanrı inancına sahip bir bilinç de bu sorulara ya cevap veremeyecektir ya da saçma deyip geçecektir.

Tanrı’dan vazgeçememiş bizler “Her konuda (!) sınırsız özellikler atfetmemizin” getirisi olarak tıkanıp kalmışız veya tatmin etmeyen cevaplarla geçiştirmişiz soruları!.

Örneğin, dikkat çekici bir örnek olarak, Kur’ãn’da Allãh’ın “E KBeR” olduğu dâhi geçmemektedir (!). Allãh isimli Tek olan Varlık, KENDİni en iyi BİLe bil diği/BULa bil diği Rasûl boyutundan “Ekber (daha büyük, en büyük anlamlarında)” olarak değil, “El-Kebîr (Büyük)” olarak tanıtılmıştır.

Kur’ãn’da dâhi verilmeyen/olmayan bir vasıf, acaba “tanrılarını en büyük yapmak” isteyen “tanrı kulları” tarafından -râvileriyle sahih adı altında hâdisler türeterek- iyi/kötü niyetle mi çıkartılmış 1300 küsur yıl kadar önce?

Allãh bilir!

Gerçi, hükümranlığını yitirmeme hırsıyla Mekke’nin fethine kadar Rasûl’e savaş açan, fetihle beraber zorunlu olarak müslüman olan, oğulları Hz. Âli’ye düşman olup, torunları Ehl-i Beyt-i katleden ve üstüne üstlük 4 Halifeden sonra hortlattıkları eski kabile dini anlayışlarını “Hak (!) Sunnî mezhep, Ehl-i Sunnet vel Cemaât (!)”, karşıtlarını “Şiâ” ilân eden, çoğunluk tarafından “Hz.”, “r.a” diye anılanların Saltanat dönemlerinde yaptıklarını tarihten okuyunca “kul da bilir” diyebiliyor ve gelenekten aldığımız kalıpları bir kenara bırakıp dikkatleri Kur’ãn’ın özgün-orjin ifâdelerine çekmek istiyoruz.

Allãh isimli algılanan Tek Varlık gerçekte bizlere âit “sınırsızlık-sonsuzluk” kelimeleriyle dâhi vasıflandırılamaz.

O varlıkta (âyân-ı sâbite/ asla bozulamayacak, silinemeyecek, değiştirilemeyecek, sabit/statik,) vasıfsız BİLGİ (DATA olarak) vardır (sonlu-sonsuz olarak vasıflandıramayacağımız), GÜCÜ ile KENDİ-liğinden açığa çıkar. Bu açığa çıkış “İRADE etti” olarak etiketlenir.

DATA’daki sûretsiz sabit asılların birbirleriyle etkileşmesi, alt boyutların çeşitli düzeylerdeki ALGILAMAsı (Semi’, Basîr), SEYRİ olur (işlenmiş data=knowledge misâli). Algılama olduğundan Sûretler (in oluşturduğu programlar/kaderler) ve Levh-i Mahfuz oluşur, “Sonsuzluk vasıfları” Seyir ile başlar. DATA’dakilerin aksine Sûretler bozulabilir, değiştirilebilir dinamik oluşumlardır. DUA, Levh-i Mahfuz’a NAZAR ederek programını/kaderini değiştirebilir.

YAPIsı gereği DEHR’de BİLGİ algılanmak/seyredilmek ZORUNDAdır! DEHR’de zaman ve zamansızlık yoktur. Bu kavramlar ise DEHR’dendir.

Zamansızlık/AN’da gerçekleşen algılama da, “Seri-ul Hisâb” (≈Birimde açığa çıkanların sonuçlarının gene birimin karşısına çıkması işlevi) özeliği de lokalize olmuş etkileşimlerin (≈ birimin Rabbi), Holografik Levhanın bütünlüğüne katılırsa o noktada “nedenselliğe” bağlı bir evren/zihin oluşur. Olayların “Neden-Sonuç çerçevesinde” ilerlediği bu tip evrenlerde gözlemlenen nesneler (mikro düzeyde atomlar) bir an için YOK olur (Mutlak YOKluk anlamında değil, sûretsizleşir>>>DATA’da kalır), sonraki anda VAR olurlar. “Seri-ul Hisâb” özelliği bizleri, sürekli aynı, sabit atomu izliyormuşuz yanılsamasına düşürür. O tek bir atom gibi, Tüm Evren de an be an YENİDEN ve YENİDEN… … yaratılmaktadır, Gerçekte!

“Seri-ul Hisâb”ın da katıldığı Holografik Oluş, Tümü Zerrede kodladığından herhangi iki andaki atomun birbirlerine bağlanmasını sağlar. HAFIZA’yı, kayıtı, hatta “sn.lere parçalanmamış bir “ben” duygusunu” ortaya çıkartır. Bu nedenle birimin lokalize olmuş Holografik Levhası sûretsizliğe, DATA’ya kaçmadan (daha doğrusu DATA’da oluşan o birimle ilgili etkileşimler Sonsuz devinen mekanizma sonucu kesilmeden) “ben”lik duygusu parçalanmaz, bölünmez, yok olmaz. Fakat evrende boyutsal öncesizlikten boyutsal sonrasızlığa sonsuz devinim içre devinen/dönüşen mekanizmalar (aralıksız devrilen, dallanan domino taşları misâli) gereği, birimsel ALGILAMAnın OTOMATİK başlaması gibi bitişi de DATA’ya sûretsiz dönüşle gerçekleşir.

Sonsuz devinen mekanizma (aralıksız devrilen domino taşları misâli) “İRADE ettiğini YAPAR” ile kastedilendir. Yoksa bizlerin “ben” merkezimizden istememiz/irade edişimiz gibi bir İRADEsi var inancı, O’nu da -özde olduğunu söylesek de- merkezileştirecektir.

Kâinattaki mekanizma birim olan bizlerde de benzer şekilde gerçekleşmektedir. Çünkü Holo (TÜM) birimde graf(Kayıtlı)iktir. TEK olan VARLIK’ın boyutları Holografik Yaratılış gereği beyin (derinliklerin)de kayıtlıdır.

Rüyasız uykumuzda DATA kalır Gizli bir hazine»). Devinen mekanizma 18 saat kesintisiz algılamayı gerçekleştiren bizleri mecburen uyutacaktır. DATA’ya geçiş, daha doğrusu DATA’nın kalması için. Uyumaz isek de aynı mekanizma bizi uykusuzluktan öldürmek zorunda kalarak DATA’ya, KAYNAK’a döndürür.

Rüyasız uykuda [Âmâ boyut(suzluğ)u, Lâhut], DATAsında [Ceberût âlemi] hiçbir vasıf yoktur. Orada «ORASI» var. Daha doğrusu «O» var!. Sınırlılık-sınırsızlık kavramlarından da beri… Gayb…

«.»

ORASI algılanmayan, potansiyel hâlindeki sûretsiz VERİTABANIdır. Potansiyeli (Esma-Sıfat âlemi) ile olan Zât’tır. Her şey Tümleşiktir. Veritabanınızda sûretsiz olarak kayıtlı -örneğin- bir “gül resmi” ile bir “köpeğin sesi” burada, aynı MEKANSIZLIKta “Bir ve Tek”tir. Bu kayıtları birbirinden ayıramaz, koparamazsınız.

Devinen mekanizma rüyalı uykuya geçişi tetiklediğinde (İRADE ettiğinde), o birimdeki veritabanının açığa çıkmasını zorlar («Gizli bir hazine olanın bilinmeyi dilemesi» anlatımı), o birime algılatır (Dikkat, irade eden bir merkez yok! Devinen mekanizmanın sonuçları var. Bu sonuçlar “bilinmeyi diledi” olarak insanî vasıflara benzetilerek anlatılmış). Zât’ımızın sûretsiz bilgisini boyutları oluşturup sûrete sokarak algılaması [Melekût âlemi, kuantsal olmayan, Bütünsel (!) kesret âlemi].

Kimi zaman “Seri-ul Hisâb” özelliğini devreye sokmadan (anlamsız, bölük pörçük olduğu için hatırlanamayan rüyalar) kimi zaman da sokarak (birbirini anlam oluşturacak şekilde takip eden kareler olduğu için hatırlanan rüyalar) veritabanını çabasız bir şekilde her an algılatır/algılar. DATAmızdaki veritabanımızın her an açığa çıkma zorunluluğu sonucu çabasız rüya görürüz, çabasız ve her an düşünürüz. “Düşünmediğimiz bir an yoktur.”

Devinim, potansiyelimizdeki etkileşimleri iyice yoğunlaştırıp da uyanmaya başladığımızın ilk anları “Melekût”ten iniştir. Zaman ve madde hissi tam ayrışmadığından bu anda kendimizi evrenle bütünleşik hissederiz. Tam uyanıklık hâli ile ise madde âlemi oluşur [Mülk âlemi, kuantsal, niceliklerden oluşan kesret âlemi].

Bütün bunları biz mi istiyor ve yapıyoruz? (Allãh, neden cennet, cehennemi planlıyor; imtihan ediyor, neden evreni yarattı sorularına benziyor). Yoksa, Kendiliğinden mi?

Acaba bütün bunları İRADEsi ile bir NEDENle yapan birisi (“ben”) mi var, yoksa Sonsuz devinen mekanizmanın hiç bir yargı/yorum içermeyen salt/saf OLUŞlarındaki kimi sınırlı sayıdaki mânâların etkileşimlerinin sonucu, alt boyutlarda açığa çıktığı lokalize birimlerin, bu OLUŞLARI sınırlı yapılarından/bileşimlerinden dolayı cennet, cehennem olarak etiketleyişi; kendisinin yaptıklarını da yanılsamalı olarak “özgür iradesi” olarak addedişi mi var?

*/ Örneğin, “Su içmek için kalkmaya” –özgürce (!)- niyetlendiğimiz andan 0.35 sn. önce bu niyetin hazırlık potansiyeli adı verilen aktivasyonu gerçekleşmektedir. Devinen mekanizma çevreden veya iç dünyamızdan gelen sinyaller doğrultusunda “Su içmek için kalkma” aktivasyonunu beyinde oluşturduktan 0.35 sn sonra farkındalık düzeyine çıkartarak bizde/zihnimizde “Su için kalkmaya niyet/his oluşmaktadır!

Bu bilimsel gerçekten sonra artık hangi birimi “katil, tacizci vs.” olarak etiketleyip suçlayabiliriz? Allãh neden adaletsizliğe, kötülüğe izin veriyor gibi sorular düşecektir. Bütün bu olasılıklar bizler tarafından iyi-kötü olarak nitelendirilseler de ve Allãh için NEDEN bunu yapıyor sorulsa da, neden-niçin sorularının ötesinde var olanın sadece “Yorumsuz, Saf Yaratım/Oluş” olduğu görülecektir. /*

“Seri-ul Hisâb” özelliğimiz gereği veritabanımızda ne var ise bunun sonuçlarını yaşayarak veritabanımızdan (düşündüklerimizden/yaptıklarımızdan) sorumlu oluruz (Kötülüğe meylettiren bilinç düzeyinde isek bilinçaltımızda kök salmış çekirdek inançlarımızın, şartlanmalarımızın; daha üst düzey bir bilinçte isek düşündüklerimizin sonuçlarını yaşarız).

Bütün bunları yapan kim? (“O” mu diliyor, “ben” mi gibi) “Ben” miyim, “O” mu? “Ben” dedim mi, O’ndan kendimi ayırmış olurum; “O” dedim mi, “O”’nu “Ben”’den ayırmış olurum.

Anlatabilmek için “yapan, eden, dileyen … hep O’dur” denilmiş. Ama bu şekilde anlatmaya çalışmak bile HÛ’yu ÖTElemektedir, merkezileştirmektedir.

Yapan, eden, dileyen … birisi yok; Varlıkta YAPMAK-ETMEK-DİLEMEK … fiilleri var!

Cahilde de, Âlimde de “Varlık”tan ayrı birimsellikleri olmadan Sonsuz içre Sonsuz devinimin bu birimlerden açığa çıkardığı BİLMEKlik/BİLmeMEKlik var.

Bizler “sınırlı dileme”, “sınırlı kas/beyin gücü” ile “sınırlı sayıdaki isteklerimizi” “sınırlı bir şekilde yaratabilmekteyiz”. Bütün bu “sınırla(mala)r” MERKEZSİZ olan Varlıkta “ben” olarak etiketlenmiş Varsayımsal merkezleri üretmektedir. Bizler bir “merkezden” dışa doğru bu süreci gerçekleştirdiğimizden (daha doğrusu öyle şartlandığımızdan), inandığımız Allãh’ı da en derin (!) boyuttaki bir merkezden (!) dışa doğru, bizimki gibi; ama bize göre (!) daha (!) üstün, sınırsız versiyonumuz şeklinde, sahip (!?) olduğu sınırsız güçle istediğini (!) yaratabilen geliştirilmiş bir Tanrı olarak düşünme yanlışına düşüyoruz.

Allãh’ın El-Kâdir özelliği “Evren” adı altında algılanan boyutlarındaki -sınırsız ve sonsuz olan- güç, yâni ENERJİdir. Evet, Allãh’ta El-Kâdir özelliği gereği “merkezsiz olarak sınırsız enerji” vardır; ama Allãh buna sahip (!) değildir. Allãh’ta insan gibi sahip olma vasfı yoktur. Sahip dedik mi insanlaştırma hatası olasılığı çıkıyor. “Evren’de sınırsız enerji vardır; ama bu sınırsız enerjiye sahip olacak bir merkez, bir boyut yoktur” cümlesindeki anlam gibi düşünürsek bu hataya düşmemiş oluruz.

El-Kâdir ismiyle işâret edilen bu Enerjinin=gücün nicelik (!) açısından sınırı yoktur elbette. Çünkü Evren sınırsızdır!

*/ Bilimin tâbiriyle de Evrenin Enerjisi “Yoktan Var, Vardan da Yok edilemez”, O Enerji HEP VARdır. Allãh ismi ile işâret ettiğimiz VARLIK tüm boyutlarıyla nasıl ezel(=/)ebed NİÇİNSİZ (niçin/neden var sorusunu soramayacağımız anlamda) var ise, El-Kâdir özelliği de ezel(=/)ebed vardır. “Niçin Mutlak Yokluk yok da, Varlık Var ?” sorusunun cevabı yoktur. Buna Tanrı’ya, Allãh’a inanmayan bir ateist de cevap veremez. Aynı soru Tanrısız, -hâşâ- Allãhsız bir Evren için de geçerlidir./*

Şimdi iki cümledeki ayrıma dikkat edelim:

(1) Allãh adıyla işaret edilen, sınırsız güç ve yeteneğe (!) sahip (!) olsa idi -ki sahiplik gereği Allãh’tan değil, bir Tanrı’dan söz ediyor oluruz- “kendi varlığını/bilgisini/gücünü ortadan kaldırsın (!), bir kaç tane tanrı yaratsın (!), “kaldıramayacağı bir taş yaratsın” gibi soruların muhatabı olurdu.

Ama (2) Allãh ile kâim Evrende Sınırsız Enerji ve –gene- bir merkezi olmayan FARKINDALIK (El-‘Alîm) gereği Sistemli bir şekilde, boyut boyut YARATIM gerçekleşir. Bu Sistem “düzenin ve bilincin” yanı sıra “düzensizliği, sistemsizliği ve rasgeleliği, bilinçsizliği” de bulundukları boyut gereği barındırır. Sistem gereği çeşitli evrenlerin çeşitli Fizik kanunları oluşur ve o evrenler de bilinçli varlıklar, hatta Rasûller ya oluşur ya da oluşmaz.

Şimdi “Sınırsız güce sahip, Her şeye gücü yeten” Tanrımızın muhatap olduğu yukarıdaki soruları Rasûlulllãh’ın Allãh ismini verdiği VARLIK hakkında sormaya çalışalım. Bunun için kafamızdaki Tanrı’nın özelliklerini Allãh’a yüklememek için şimdilik anlamı yakalayabilmek için Allãh değil de, “Evren” kelimesini kullanalım.

Biliyoruz ki;

“Evren”’in derin boyutlarında sınırsız bir güç=enerji var. “Evren”’in derin boyutlarında sınırsız bir de Bilgi var. “Evren”’in kendisi sınırsız… Evrende işleyen sınırsız sayıdaki süreçlerin (Yıldızların, galaksilerin, dünyaların, canlılığın oluşumu-yok oluşu vs.) başı da yok, sonu da…

Şimdi, soralım:

“Evren” kendi sınırsız bilgisini, enerjisini, varlığını ortadan kaldırabilir, kendinden bir(kaç) tane daha meydana getirebilir mi? Dikkat edersek, “Evren” bu soruların muhatabı değildir. Bu soruların muhatabı olacak bir kişiliği yok çünkü.

“Evren” kendi varlığında meydana gelmekte olan herhangi bir “yıldız oluşumunu” “sınırsız enerjisi” olduğu için “her şeye gücü yeten” bir varlık olarak dilememektedir. Evren’in kendisindeki sınırsız enerjinin devindirdiği süreçler yıldız oluşumunu sağlıyor, biz de bunu “Evren’in dileği” olarak etiketleyebiliriz.

“Evren” NİÇİN bir “yıldız oluşumunu” dilemektedir? Bu soruda NİÇİN sorusunun bir anlamı kalıyor mu? Kalmadığından bu süreç için KENDİliğinden ifâdesini kullanmak zorunda kalıyoruz.

NİÇİN dediğimiz anda BAŞLANGIÇ NOKTASI oluşturmuş oluruz ki, Evreni (Allãh’ı) sınırlandırmış oluruz.

Niçin A’yı diledi? B için dedik mi, otomatikman “peki neden B” sorusu çıkacaktır ve bunun sonu (C, D, E, …) gelmeyecektir!

…Etki-Tepki-Etki-Tepki-Etki-Tepki-Etki-Tepki-Etki-Tepki… Bu sınırsız devinen süreç olsun diyelim. Bu süreci..

MUTLAK Etken-Tepki-Etki-Tepki-Etki-Tepki-Etki-Tepki-Etki-Tepki… şeklinde düşünürsek merkezileştirme-sınırlama olacağından “Tanrı inancı” devreye girer.

İşte bu sonu gel(e)mezlikten dolayı NİÇİN soruları sonsuz devinimde KAYBOLMAKta, ANLAMSIZlaşmaktadır. Süreç öncesizlikten sonrasızlığa olduğu için KENDİliğinden ifâdesini kullanmak zorunda kalıyoruz.

İbni Arabî “kendiliğinden”i; Zât’a -nefesin ciğere yaptığı etki gibi- basınç (!?) yapan bilginin ZORUNLULUKtan –nefesin ciğerden otomatik bırakılışı- gibi açığa çıkar şeklinde açıklamıştır. Bundan dolayı da “ilmini seyretmeyi dileme düşüncesi ve “NİÇİN Seyrediyor” benzeri sorular da düşecektir.

HÛ, kişi olmadığındandır ki, AMAÇ edinerek DİLESİN! Amaç/Amaçsızlık İNDinde YOKtur. Nefesini bırakmayı dileyen, amaçlayan bir mahal olmadığı gibi.

Varlık KENDİliğinden OLuştadır.

Kaldırabilecek hazmıyla..

Ezelî Sistemdeki “Kendiliğinden” mekanizması” hakkında 26 yorum

  1. agnostizim (mutlak bilinmezcilik) tüm gerçeği ifade ediyor o zaman.. bir anlamda gerçek sistem (din) agnostizimdir (gerçeği kalıba dökme amaçlı söylem)..?
    hakikatlerden, Allahtan, evrenden ne kadar bahsetsek de sonuçta hepsi bize dönük, bizi (kulları) bağlıyor… bilinç seviyeleri farklı olduğundan hakikati algılayış, kavrayış da farklı olacak.. o zaman mevlana hazretlerinin “Allah yok gibidir”…demesi gibidir bunca anlattığınız.. o zaman Allah, tanrı inancına gerek var mı ki? bazı kişilerin evreni yaratıcı, tanrı olarak görmesi de normal, panteist inancı da keza..? Allah varsa, ayrılık olmadığına göre her insan da tanrı oluyor otomatik olarak..? o zaman şirk gibi kavramlar da düşer…?

  2. Kötülüğe meylettiren bilinç düzeyinde isek bilinçaltımızda kök salmış çekirdek inançlarımızın, şartlanmalarımızın; daha üst düzey bir bilinçte isek düşündüklerimizin sonuçlarını yaşarız.

    Selamlar, Üstad yukarıdaki açıklamanı tam anlamadım çünkü ellerimizle yaptıklarımızın sonucunu yaşamamız uyarısı benim anladığıma görre şuna işaret ediyor: (bu arada şirki konu alan detaylı bir yazı bekliyorum senden :)

    Yani irademizle , bilinçli halimizle yaptığımız her şey kaydolmaktadır( mesela hipokampüse ve amigdala tarafından kodlanan hakim duygu ile).
    Bu kaydolanlardan yukarıdaki parantez içinde bahsettiğim gibi duygu içerikli olanları benzer durumlarda o duygu ile hatırlarız ve bu durum giderek bizde sabitleşir ve olayın ilk kaydını unuturuz ve geriye sadece duygu kalır ki o da zaten büyük eziyettir. Özellikle de bu duyguların korku veren eziyet şeklinde olanları.
    Çünkü korku içerikli olanlar vesvese halini alır ki hepsinin de temelinde benliksizlik korkusu vardır.
    Yani kısaca d bu duygu içerikli alt bilinç kayıtları sürekli TETİKLEYEREK bizdeki hakim oluşu/ şen’i yaratırlar.
    Bir de tekrarlamayan ama genelde aynı bilinçten/insandan çıktığı için benzer olan davranışlar var, bunlar da genelde o kişinin çıkarı doğrultusunda olan durumlar, yani tamamen şirke dayalı davranışlar( yanlış anlaşılma olmasın o kişinin şirk içeren bilinç durumu ve bu durumun dışa yansıması diyeyim) bu durumlar da genelde kişinin egosal bilincinden kaynaklanır ve şirk nedeniyle kendi özünde o anlamı bulamamanın sonucunu yaşar.

    Yani Üstad , daha üst bilinçte sadece düşünülenü yaşamak derken o kişinin alt biincinin tertemiz, tamamen arınmış olmasını mı kasdediyorsun?
    Çünkü aksi söz konusu olamaz diye düşünüyorum.

    Selamlar.

    1. “Elleriyle yaptıkları” ayetinde “el” güce işaret ediyor, malumun. Ama bu El/güç nereden besleniyor, burada iki ayrım çıkıyor.

      Bilinci/iradesi zayıf olan, yani bilinçaltı ata dini ile programlı oluşu nedeniyle, iradesi ata dini tarafından yönlendirilen insanda, bilinç düzeyinde düşündükleri de otomatikman bu bilinçaltı tohumlarının sızıntıları olacak! Farkındalık/Şuur içermeyecek çok büyük oranda. Yani, kendisine taa genetikten, çocukluktan yazılmış programları bilinç düzeyinde tekrar ediyor. Tekrar ettikçe, geri beslemeyle bilinçaltındaki aynı kanal daha da sağlamlaşıyor! Dolayısıyla, bilinçaltının, başkalarının total iradesinin sonuçlarını yaşıyor.

      Farkındalıklı düşüncelerini/davranışlarını ön plana çıkartıp/seçip, geri beslemeyle/zamanla Bilinçaltı temizlendikçe kişi, yani yeni programını yazdıkça -biiznillah-, bu kez bilinç düzeyine güç, iradenin gelişmişliği/kudret olarak yansır. Bu döngü ile, arınan, rahatlayan, buğusu düşen bilinçaltı, ve enerjileri güçlenen düşüncelerle, düşüncelerinin de sonuçları yaşamaya başlar bu sefer.

      [ Kudretli düşünce, sakin, dingin bir zihinde olur.. İçsel çatışmaların enerji sömürüsü, ürettiği fondaki gürültüdür, bireyin düşünce enerjisinin gücünü zayıflatan! ]

      Hatta öyle bir noktaya gelir ki BİREY, güçlenmiş bilinçaltı desteğiyle, güçlüce çıkan bilinçli düşüncelerine, ayrıntılarına, hissettiklerine, yani karanlıktaki karıncanın adımlarına çok daha dikkat etmesi/kesilmesi gerekir. Çünkü, yaratım alanına çıkma hızları artar düşüncelerin.

  3. Selamlar.

    İnsanın arz/beden dehalife olduğu vurgulanıyor, bunun tabiiki dışsal yönü de vardır; yani dünyadaki halife insan gibi, ancak beden yönünden ele alırsak halifelikle kastedilen belli bir bilinç durumu/şuur olur ki bu şuur halinde tam bir farkındalık vardır diyebiliriz sanıyorum.
    Daha evvel beden, biliçaltı(farkındalık dışı iç güdüler,şartlanmalar) zihin ve tüm bunların çıktısı olan egosal bilinç varken halife olan insan kendindeki tüm bu süreçlerin farkına varıp bu kayıtlı, özgür olmayan bilinç durumundan sıyrılarak arza yani bedene hükmediyor diyebiliriz sanıyorum. Peki bu halife olan bilinç durumuna HAK diyebilir miyiz? Yani B sırrı bu buruma mı işaret ediyor? Çünkü bu durumdaki kişi kendindeki anlamlara hakim olup bürünebildiği için dilediği anlamı ortaya koyabiliyor olacaktır. O halde Besmele deki Rahman ve Rahim olma durumu o kişide açığa çıkmış olmuyor mu? Çünkü kendindeki tüm anlamlara işaret olarak Rahman, dilediğini açığa çıkaran olarak da Rahim olmuş olmuyor mu Halife olan kişi?
    ——————————————————————————————————————
    Not:Bu arada Şartlanma ile kasdedileni anladığım kadarıyla anlatayım, çünkü bu yani şartlanma sadece bir kelime ve içeriğinin kapsamı hakkında fikir vermiyor. Bu yolla gönül veren kişi samimiyse mutlaka şartlanmalarından kurtulacağı bir dizi soyut ölüm yaşayacaktır, bu bilgiyi onlar için yazıyorum, kapsamı hakkında fikir versin diye(Üstad izninle).

    Şartlanma şunları kapsar:

    -Hepimizin içinde sürüngen olan ,memeli olan birer hayvan var ve bunların dışında da İnsan olmamızı sağlayacak daha gelişmiş beyin bölümleri var. İnsan olmak için kendi evrimimizi geçirmeliyiz. Çünkü bahsedilen evrim yani sürüngenler-memeliler-insan şeklinde sıralanan evrim tıpkı tarihte olduğu gibi bizim içimizde de açığa çıkmaktadır. Bebeğin oluşumu en ilkel beyin düzeyinden başlar ve gelişir.
    Dolayısıyla bizlerdeki en güçlü yan tarihsel olarak en eski olan yandır.İnsan olmak içinse sürüngen,memeli yanlarımızı ve bunların temeline oturmuş zihin hali olan egomuzu aşmamız gerekir.
    – Sürüngen ve memeli yanımız bilinçaltı denilen şeyi oluşturur,yani bilinçli zihnimizle bu yanlarımızın işleyişini anlayamayız, onların hükmü altında(cin bahsi) yaşarız. Bunu aşmanın yolu yok mu?Var tabii ki kama gibi keskin ve acımasız bir akıla sahip bilinç durumuyla aşılabilir. Akıl bıçağıyla saldıracağınız tek düşman ise kendinizdir. Ya da dini anlatımla şeytan ve cinlerinizdir.
    -Peki alt bilinçler neleri kapsar?
    Sizi siz yapan her şeyi…
    Siz varsayımını oluşturan tüm şeyleri…
    Ve bunlar otomatik birer program gibidir, sürekli çalışırlar ama fark etmeyiz.
    Tuttuğunuz takımdan sahiplendiğiniz diğer her şeye( aile, vatan, eşya, karı-koca.vs.) kadar tümünü size alt beyin şartlanmaları yaptırır.
    Tüm bu şartlanmaları sahiplenen Ben bilinci ise egodur.
    Siz (ego)sizin seçmediğiniz bir programlar bütünü tarafından sürüklenip durmaktasınız, yani esaret içindesiniz.

    Bilinçsiz yapılan her şey esaret sonucudur. Ancak buradaki “bilinçsizi” açıklamak gerekli çünkü burası en önemli nokta ve yanlış anlaşılabilir.Bunu anlatmak için Maharishi’ nin bir açıklamasını kullanmam gerek, zihnin bilinçsiz yanını denizin dibi olan kum yüzeyi gibi düşünün, buradan ilk önce hava kabarcığı şeklinde bir düşünce baloncuğu çıkar, biz henüz farkında değilizdir bu baloncuğun, baloncuk denizin yüzeyine doğru ilerler ve “plopp” yüzeyde patlayıverir. İşte bizim zihnimizde farkına vardığımız aşama burasıdır, patlama anı. Halbuki tam bilinçli olabirmek için düşünnce baloncuğunun çıkdığı dip noktaya vakıf olmamız gerekir.

    Bir örnek:soru: hangi rengi seviyorsunuz ? cvp: kırmızı.
    soru: peki neden kırmızı? cvp: ???
    Neden kırmızının cevabı yoktur, orası dipteki bir koddan ibarettir çünkü.

    Umarım yardımcı olabilmişimdir şartlanmanın neleri içerebileceği konusunda.

    1. Zihnine sağlık Candaş, teşekkürler!

      Şöyle bir ayrım yapalım:

      Halife ve Halife olacakların atası olan Bilinç, Adem!
      Yani Halifelik = Allah’ın özelliklerinin temsilcisi olma Potansiyelini devreye sokan, kendine RUH = İlahi Nefes üfleme Adem ile başlıyor. Ben buna Gerçek Ben‘in yaratılması veya senin sualinin cevabıyla birleştirirsek Hakk’ın zuhurunun başlangıcı diyorum. Çünkü Rahman suresinin ilk ayetlerine göre İnsan’a Kuran = Yaşam’dan OKUnanlar talim edildikten sonra İnsan (HAK/Hakikatini sezen olarak) yaratılmaya başlıyor. Gerçek/Hak Ben’den önce insan, ins, cin, nebat, cemad, hayvan, dabbe olarak yaşamına devam ediyor.

      Hak ben

      Halifeliğini sezen ve kalbi gelişmekte [> Ay’ın menzilleri 36:39] olan Gerçek Ben (Kur’andaki sırasıyla giden Rasul isimleri), senin ifadenle -dilediği manalara bürünebilir- bir Şuur’a erdiğinde, [yani Rabbin, terkibinin ötesinde Rabb’ül Âlemini de tanımış, Sınırsız Benliğini fark etmişlik], Halifelik, Allah’ın HAK oluşu KEMAL bulup, Hak’lığının Rasul oluşunun adı İSA oluyor. B sırrının çıktığı nokta burası.

      Adem, Halifeliğin ve RUH üflemenin başlangıcı iken, İsa RUH’un (2:87, 4:171), İLMİN (43:61) KELİME (4:171) = İLAHİ ÖĞRETİ = MÜRŞİT’in bizatihi kendisi oluyor [> Güneş ve Ay nihayet birleşir 75:8-9]. Ölü [şuurları] yü diriltiyor, alacalıyı iyileştiriyor, Çamur Kuş şekline RUH üflüyor [ölü toplum için Bilge insanlar yetiştiriyor]. Meryem, Rahmana ! [en yüksek hoşgörüye, merhamete, tüm Allah isimlerinin açığa çıkışı için] Savm [Takva eğitimi 19:26] adamışken, meydana getirdiği yeni Şuur boyutu, İsa ise Rahman ve Rahimin yansıması HAKK’ın sözü (19:34)Abdullah (19:30) olarak toplumuna çıkıyor.

      Diğer sualin için de uygun olduğumda yazacağım inş.

  4. Üsdat dünkü sorumu bir daha tekrarlayım:

    Kara gecede kara kayanın üzerindeki kara karıncanın sesini nasıl duyabiliriz?
    Daha doğrusu bunu sağlayacak olan basiretimizi/görüşümüzü nasıl keskinleştirebilriz?

    Yani bilincin ışığından/farkındalığından uzak kalan dolayısıyla kapkaranlık olan en derin tabakaya nasıl ulaşıp bilincin ışığını oraya tutabiliriz ki oradan azad olalım.
    Senin bu konuda yaptığın özel bir çalışma-usul var mı?
    Amacım süreci hızlandırmak.

  5. Selamlar ,Üstad sorularım devam ediyor :)

    HU , hiçliğe işaret ismiyse hiç olanın dilemesi nasıl oluyor?
    Nasıl hiç bir vasfı olmayan bir Şey dileme vasfını gerçekleştiriyor da diledikleri yerine geliyor?

    1. Merhaba yeniden :)

      Üstad, ilk olarak, önceki sualin (kara gecede kara karıncanın adımını hissetmek) ile ilgili olarak bir kaç kelam edeyim, kendi tecrübelerimden aktararak. Hazır ol, bilmediğin bir konu aktarmayacağım çünkü :)

      Tabi, bu benim takip ettiğim yol kabaca, biraz da mizaç ile alakalı elbet. Bahsettiğin sürecin ilerlemesi de, sürecin hızlandırılması da bu yolu ne oranda hayatımıza soktuğumuzla alakalı.. Yoksa, hap veya özel çözüm yok olmadı, olmayacak. Belki teknoloji çoook ilerlerse :) olabilir. Özel çözüm diye sunulanların patlak verdiğini de gözlemliyorum.

      – Her şeyin başında, sorgulama-kurcalama cesareti/yiğitliği, Allah ve Rasul’ü de dahil! :) Nasıl yani? Evet, İMAN = GÜVEN = TAMAM OLMA bunu gerektirir! Tüm korkulardan özgürleşmeyi.. Çünkü atalardan bizlere negatif program olarak yazılan gereksiz korkularımız soru sormamızı engelliyor, bastırıyor ya da sorularımızın sınırlarını belirliyor. Çocuklar örnek alınabilir bu konuda.. Allah indinde biz de masum bebeleriz.. Zannedildiği gibi çarpmaz, yakmaz.. Bu korku o kadar işlemiş ki içimize, zihnimizin içinde bile sorgulamaya cesaretimiz yok.. Bir de üstüne estaaağfurullah çekiyoruz.

      – Bir kişiye, cemaate, kulübe, ideolojiye, kurumsallaşmış/kısırlaşmış din anlayışlarına bağlı kalmamak, eleştirel bir gözle herkesten yararlanıp kendi anlayışımızı ortaya koymak.. Kendi anlayışımızı ortaya koymak, özden fışkıran Allah ve Rasul’üne > Fıtrata tabi olmak demek, benim için. Allah ve Rasul’ünün maksadı da insanları üstü örtülmemiş orjinal, kendine özgü Fıtrata yaklaştırmak..

      – Bu sorgulamanın davranışlarımıza/düşüncelerimize de yönlendirilmesi.. Bu sık sık iç gözlemi getiriyor! Bu davranışımı neden yapıyorum? Ardında hangi motivasyon/açlık/korku/gedik var? Bu içsel sorgulamalar, davranışlarımızdaki dikkati, rikkati, basireti, feraseti artırıyor, yani anlayış keskinliğini! > 20-30 dk’lık izolasyon gerektiriyor.

      – Tekamülden uzaklaştıran davranışın zıttı tespit edilip antrenmanını yapmak.. Önce kendi içimizde, sonra sahada..

      Daha önce bilinçsizce yapılan davranışların farkındalığı artıp onlardan vazgeçince, bilinçaltı kazanının kazındıkça derinliklerinden başka başka -unuttuğumuz- davranışlar, huylar çıkmaya fırsat buluyor bu sefer. Aynı yöntemi bunlara da uygulayarak daha derinlere iniyoruz sonra. En büyük işaretlerinden biri de, rüyalarda görülenler değişmeye başlıyor!

      – Keskinliğin artmasına yardımcı olan her türlü boş ve çok konuşmalardan, dedikodudan, malayaniden, tekamülümüze yaramayan boş işlerden kendimizi almak (insan’ın itidalli bir şekilde eğlenmesini kastetmiyorum). > Zihin sakinliği getirir! Düşünce gücü artar. Buralarda kaybedilecek zamanı farklı kaynak okumaları için değerlendirmek. > Bunun etkisi inanılmayacak derecede büyük. 1 günde kaybettiğimiz saatlerimizi yıllara vurunca..

      Beden/Besin sağlığına dikkat..

      – Nefes egzersizleri.. Çok basit, sadece gözleri kapatıp deriiiin derin nefesler almak, sonrasında nefesimizi izlemek.
      – Olumlamalar, kendine telkinler kullanılabilir. Eskiden yapıyordum; ama sonra bıraktım..

      Zihin sağlığı ve gelişimi için “kavram” sayımızı artırmak. En basitinden, kullandığımız kelimelerin anlamlarını öğrenmek bile çok önemli. > Ağzımızdan çıkanı kulağımız da iyi duyar.

      – Bilmediğimiz, delillendirilmemiş bir konunun, safsataların, hurafelerin ardına düşüp oyalanmamak, bunlarla maneviyat = anlam-değer dünyamızı inşa etmemek. > Sistem çöker bir gün.

      İnfak! Karşılık beklemeden vermek. “Sahiplenmeyi sevdiğimiz” konu neyse, o alanda canımızı acıtacak miktarda vermek. İlkin can acısa da beyin buna alışacak ve Allah’a olan GÜVENi = İMAN’ı artıracaktır.

      Örneğin, -özellikle bizim toplumumuzda çok olan- parayı çok seviyorsak, sadece bizde kalsın istiyorsak; para vereceğiz ihtiyaç sahibine, başkalarının da zengin olmayı hak ettiğini kabul edeceğiz..
      Hep takdir edilen ben olayım istiyorsa egomuz, takdir edeceğiz başarı gösterenleri, onların da takdir edilmelerini kabul edeceğiz. Tabi bu isteklerimizin altında yatan nedenleri de yukarıdaki madde gereği sorgulayarak!

      Doğal olmak.. Öğrendiklerimizi karınca kararınca hayata geçirmeye çalışmak farklı bir şey, idealize edilmişi “olmuşuz” gibi taklit ederek yapaylaşmak farklı! En kötüsü.. Çokça da denk geldiğim “Ermiş” kılıklılar, kendilerini kasanlar :). Hangi açlığın sonucu kendini kasıyorsun, farkında mısın? Duygularını bastırıyorsun, farkında değilsin! Eriyorum sanırken, eriyip gidiyoruz.

      Örneğin, “Her şey Tek olduğundan, Hakk’ı görmelisin, varlığa kızamazsın, eleştiremezsin” bilgisini alıyor kulaktan dolma bilgilerden ama şeriatı, yüzlerce ayeti, sahih hadisi atlayarak! Hukuksuzluğu görüyor, kızası geliyor, bastırıyor, eleştiresi geliyor bastırıyor, neymiş efendim, her şey TEKmiş! :) İyi de Tekliği, sürecin sonunda hissettiğinde, senden çıkan doğal hali, niye şimdiden taklit ederek yapaylaşıyor/plastikleşiyorsun? Ve eleştirilmeye cesaretin olmadığından eleştirilere ket vurma adına, geçici, aşılması gereken bir hal olan bu Hakikat durumuna ait bilgiyi istismar ediyorsun Emmarende! Var mı inandığın Kur’anda böyle bir üslup? Kur’ana mı iman ediyorsun öncelikli, beşer eseri yöntemlere mi?

      – El/gücümüzün yettiği her şeyi yaptıktan sonra muvaffakiyet ve başarımız ile şımarmamak için de Allah’a gönlümüzden geldiği şekliyle DUA/NAMAZ ve TEVEKKÜL etmek. Basmakalıp, anlamını bilmediğimiz Arapça cümlelerle değil ama..

      Aklıma gelenler bunlar kıymetli candaş.. :) Sevgiler.

    2. Diğer güzel sualin ile devam edersek..

      Ah bu kavramlar.. :)

      “HU” sözcüğü gibi, “hiçlik” sözcüğü de bir işaret.
      İşaret olması, “sınırlı kişiliklerimiz” için yapılmış yaklaştırıcı ve doğası gereği “sınırlı bir ifade” anlamına..
      HU-Hiçlik sözcükleri ile işaret edilen boyutta, daha doğrusu boyutsuzlukta, sınırlı kişiliklerimize göre yapılan tüm vasıflar düştüğü için bu etiketlendirme yapılmış. Vasfın işaret ettiği mevsuf/mekanizma yok oluyor anlamında değil. Bu varlığı inkar etmek demek zaten :) Sen, düşün-e-meyecek, yorum yap-a-mayacak, kavram üret-e-meyecek bir noktaya varıyorsun sadece.

      Sonsuz-sınırsız Varlığın = varlığımızın geçici olarak sınırlanıp “sınırlı kişilikler” olarak yaratılması zaten bu vasıflar üzerinden gerçekleşiyor. Yani, kendisi vasıflardan meydana gelen sınırlı bir varlık, vasıfsız olan bir hali kuşatamaz düşünerek. Kuşatamadığından, kavramların/vasıfların düştüğü hal için HU/Hiçlik ismi verilir. Yani, Hiçlik/Hu vasıflanmışlığa göre tanımı yapılmış bir kavram. Hakikat | Kavramların yokluğu

      Kavramlar düştüğünden, HU/ancak sınırsız olan yönümüzle algılanabilir, hissedilebilir. Sınırlı kişiliğimize indiğimizde ise en iyi ihtimalle yapabileceğin tanım, vasıflandırma; Teklik, Hiçlik = Tümlük = Heplik gibi doğası gereği sınırlı sözcüklerle olacak.

      Gerçekleştiren, dileyen, kendisi yaratılmış “vasfın” bizatihi kendisi değil, mahiyetin/mekanizmanın kendisi.. Mevsufun/Sıfatlananın/Mekanizmanın yaratarak algı alanında açığa çıkardığı, sınırlı algılayıcı alan tarafından otomatikman vasıflandırılıyor. Yani, dileme, yaratım sürekli gerçekleşiyor, fakat algılayıcı tarafından algılandığında vasıf kazanıyor, “dileyen, yaratan, vs.” şeklinde. NOKTA’daki Nükte!..

      Çok basit bir misal..

      Rüyasız uykumuz tam bir “Hiçlik” halidir [HU, değil ama]. Yani, algılama, algılayıcı ve algılanan yok.. Tüm kavramlar, düşünceler, duygular bayılır.
      Ama bu “hiçlik” hali; varlığı, işleyişi, içsel mekanizması yok anlamında değil..

      Bu “hiçlik” halinde dahi işleyen = dileyen mekanizma bedeni uyandırır, algılama-algılanan ve algılayıcı ortaya çıkar. “Uyanan” kişi de bu “hiçlik” halini, kendine göre “hiçlik” sözcüğüyle vasıflandırır :).

  6. Üstad verdiğin bilgiler için çok teşekkür ederim, sorularım devam edecek diye tahmin ediyorum:)

    İlk cevabında söylediklerinden geçtim ve süreç devam ediyor tabiiki. Orada yazdığın şu paragraf özellikle ilgimi çekti:

    “””Örneğin, “Her şey Tek olduğundan, Hakk’ı görmelisin, varlığa kızamazsın, eleştiremezsin” bilgisini alıyor kulaktan dolma bilgilerden ama şeriatı, yüzlerce ayeti, sahih hadisi atlayarak! Hukuksuzluğu görüyor, kızası geliyor, bastırıyor, eleştiresi geliyor bastırıyor, neymiş efendim, her şey TEKmiş! :) İyi de Tekliği, sürecin sonunda hissettiğinde, senden çıkan doğal hali, niye şimdiden taklit ederek yapaylaşıyor/plastikleşiyorsun? Ve eleştirilmeye cesaretin olmadığından eleştirilere ket vurma adına, geçici, aşılması gereken bir hal olan bu Hakikat durumuna ait bilgiyi istismar ediyorsun Emmarende! Var mı inandığın Kur’anda böyle bir üslup? Kur’ana mı iman ediyorsun öncelikli, beşer eseri yöntemlere mi?”””

    İlgimi çekme nedeni de şu sıralar gündemimde olması. Yani bastırmadan doğru haraket ne olacak? Bunun tek cevabı sanırım duyguların devreye girmemesi. Ancak bir de şirk mevzusu var tabii; yani davranışının altında yatan niyet..
    Hz. Ömer’in kölesine hitaben söylediği “öfkeli olmasam seni döverdim” sözü bu konularda epey ışık tutucu geldi bana. Bu söz bir yerden kulağımda kalmış ve her zaman olduğu gibi (öğrenci hazır olunca öğretmenin çıkması) tam vaktinde aklıma geldi geçmiş senelerde ve aydınlatıcı oldu ve olmaya devam ediyor.
    Aslında duygular ve şirk diye iki ayrı şeymiş gibi söyledim ama şimdi farkına vardım ki aslında aynı şey, yani duygularla (şartlanma) herekette şirk çünkü duygulara tapınmış oluyorsun.

    Peki doğru davranış ne ? Bunu soruyorum çünkü her şey o anki ilmimizin imtihanıysa (buna karma da diyebiliriz sanıyorum) o olaydaki bizim için doğru olan davranış bize özel olacaktır değil mi?
    Mesela çekinden yapılı biriyimdir ve bunun nedeni çocukluk dönemi verilen aile terbiyesi nedeniyle kendimdeki Mars özelliğini bastırmam ki bu durum da horoskobumda Satürn- Mars karesi olarak gözüküyor. Haliyle benim imtihanlarımdan bazıları ben deki bastırılmış Mars nedeniyle olan imtihanlar olacak.
    Ve bu imtihanlarda ben öfkelenmeden Mars özelliklerimi (anlamlarını) sergileyerek bastırlmış yanı gün ışığına çıkararak biliçlice ehlileştireceğim. Ya değilse bu bastırılmış Mars kuvvesi-enerjisi zihni vesvese denen düşüncelerle doldurur ve rahatsız eder. Ya da başka bir yönü ile kendi içimdeki bölünmüşlüğü bana hatırlatacak dışsal olayları kendime çekip yaşamaya devam ederim.
    Doğru mu?
    Yani neticeye geleyim, karşımızdakinin de hakkın varlığı olduğunu bilip ona öfkelenmeden Mars anlamlarını da ortaya koyabiliriz değil mi?
    Zannediyorum takıldığım noktayı anlamışsındır :)

    Rüya bahsine değindiğin iyi oldu bu arada. Rüyalar konusunda Türkçe kaynak önerin var mı? Aslında hakkıyla yorabilsek direkt kendi derunumuzdan bir bilgi kaynağı.

    1. Hazreti Ömer “doğru davranışın” cevabı vermiş. Benzeri Hz. Ali için de anlatılır, bilirsin. Savaşta yüzüne tüküreni öldürmekten vazgeçiyor! Duygusallığın araya girmesini engellemek için.

      Duygulara ve duyguların ifadesine/yaşanmasına çok önem veriyorum. Bunu duygusallıkla, yani aklın devre dışı bırakılıp duygunun dibine vurulması ile karıştırmıyorum.

      Bu bir süreç..

      1- Duygunun bastırılması (En düşük puanlı, en zararlısı, kendine zarar, kendinden uzaklaşma, samimi olmayan ilişkiler, sahtelik)
      2- Duygunun kontrolsüz ifadesi (düşük puan, doğallık, samimiyet olsa da, karşındakine zarar)
      3- Duygunun kontrollü ifadesi (yüksek puan, hem doğanı kabul edip kendine, hem de karşındakine yarar, güçlü-kaliteli ilişkiler)

      Riyazet: Dengeli Yaşam yazı dizisi tam da sualinin cevabını, 3 numarayı işliyor, ayrıntılar orada, burada örnek üzerinden gideceğim :).

      Ömer ve Ali’nin yaptığı bu 3 numaralısı.. “öfkeli olmasam seni döverdim”.
      Davranıştaki incilere bakalım şimdi:

      – Duygu reddedilmiyor, bundan kaçılmıyor, yaşanıyor. Doğallık var. Ben yüce insanım, Hakk’ı görüyorum, kızamam kasıntısı yok.
      – Duygu bastırılmayıp muhataba ifade ediliyor, ve bilinçaltı rahatlıyor! “İçimde öfke var, bunu bil”..
      – Duygu muhataba kontrollü ifade edildiğinden, karşıya zarar da vermiyor, onu öfkesi nedeniyle dövmüyor.
      – Şeriata, yani Allah’ın yasasının uygulanmasına kişisel duygularını karıştırmıyor. Öfkeli olmasa, dövecekti!
      – Suç işleyenin cezasını vermek de Hak’tır, Hakk’ı görmektir > Hukuktur. Hakk’ın Şeriat’taki yansımasıdır Hukuk. Zulmün işlendiği yerde zulme başkaldırı Hakkı görmek ve gözetmektir!!!

      Ömer, Hakk’ı gördüğü için ceza veriyor, Hakk’ı gördüğü için öfkesini işe karıştırmıyor.
      Öfkelenmek, duyguyu yaşamak değil Hakk’ı gör-e-memek, Öfkeyi/duyguyu aklın/hukukun önüne geçirmek, Hak’tan perde..

      Karşımızdakinin Hakk’ın varlığı-ndan olduğunu bilmek, ona karşı öfkelenmemeyi değil, ona karşı kontrollü öfke ve diğer duyguların ifadesini gerektirir.

      Çelişki nerede biliyor musun?

      “Karşı”mızdakine öfkelenmeyi Hak’tan/Teklik’ten perdelilik olarak görürken, “karşı”mızdakini hoşgörmeyi Hakk’ı görmek olarak sanmak! :) Halbuki ikisinde de “karşı” var!

      Tasavvufi manada anlatılan Hakk’ı görme, yani Hakk’ın Kemaliyle zuhurunda = İsa’da “karşı”lar kalkar. Bir kaç önceki mesajda Âdem-İsa farkını hatırlarsan.. Bize lazım olansa Âdem’lik. Yani, duyguların kontrollü ifadesi ile Hakkı sezecek olan, Hak olan kimliğimizin ortaya çıkışı.

      Karşı-larla yaşamadığımız bir anımız bile yok iken :), ki böyle de olması gerekir, normal olan bu, yaşam bu şekilde işliyor, efendim, ben “karşı”mdakinde Hakk’ı Kemalen görmeye çalışıyorum!?

      Tasavvuf eserleri-sohbetleri çıtamızı o kadar yüksek tutuyor ki, şeriatı-tarikatı atlayıp sonucunda kendiliğinden, doğal yapımız gereği, zihnimizin bir parçası olarak zuhur edecek olan Hakk’ı Kemaliyle görme halini, olmaya “çalışıyoruz”. Ve yapay-plastik-taklit durum ortaya çıkıyor. Kendinde Rasul’lük çıkmış İnsan dahi, “karşıları – diğerlerini” gördüğünden şeriatla yaşıyor. Karşılar olmak zorunda.. Rasuller de dahi çok nadir/Vahiy durumlarında HAK-TEKLİK tam yaşanıyor.

      Kur’an’a bakıyorsun, ayetlere Rasul çekiniyor, üzülüyor, kızıyor, ikna edeceğim diye kendini yıpratıyor, yüzünü ekşitiyor, bir bayanın güzelliği ilgisini çekebiliyor ??? Biz kimiz ki?

      Yani, Mars orada bulunduğu sürece ki, her insanda var olmak zorunda, öfkeleneceksin :) Öfkelenmemek gibi bir durum söz konusu değil.. Mesele bunu kontrol etmek.. Ve duygunun orantısını fıtratta bulunan seviyeye çekmek.. Sadece Allah/Hak/Hukuk için öfkelenmeye yükseltmek! Duygusuzlaşmak değil.. Satürn karesi olumsuz gibi dursa da, olumluya çevrilirse duyguların kontrollü ifadesini de sağlar ;).

  7. Tekrardan Selamlar, Üstad bugün yazdığım bir yazıyı aktarıyorum bu bakış açısı için ne dersin?

    Holografik evren gerçeği nedeniyle tüm olacaklar -ki bu bizi zaman kavramına götürür- tek bir anda mevzut ve bilinmekte (Allah’ın ilminde mevcut denilen şey).

    “Ben gizli bir hazüne idim. Bilinmek istedim. Bilmek için Adem’i ,bilinmek için alemi yarattım” bu söz üzerinden gidersek:
    —Şimdi ben kendimdeki anlamları bilebilmek için bunları yaşamam gerek. Çünkü anlamlar kuvveden fiile çıkıp ben bunlara şahit oldukça o anlamların bende mevcut olduğunu biliyorum; bu aşama olmasa bilebilmem mümkün değil.

    Bu aşamadan sonra biliyorum ve kendimde buluyorum o anlamları.

    Anlamı kendimde bulunca o anlam artık elimin altında tabiri caizse.

    Yani sadece gerekli gördüğümde o anlamı kendimden ortaya koyma olacak ki bu da zaten bürünme denilen duruma karşılık geliyor.

    —Adem kendinden yansıyan alemde kendini görüp, tanıyıp ,biliyor. Böyle olması lazım diye düşünüyorum.
    Ancak Adem insan bedenine değil bilecek olan bilince-şuura işaret ediyor. Çünkü bilen, deneyimleyen bilinçtir. Beden de dahil tüm şeyler aleme yani yansıyana işaret ediyor.

    —O tek An’ın açılımında bilinç ( var olan tek bilinç) mineralden, basit tek hücreli canlılara ve oradan da daha karmaşık canlılara kendi yansımasını bilip melekleşerek ( meleke kesbederek) gelmiş olmalı diye düşünüyorum.

    Ve her bir sonraki aşama bir öncekini içerdiği için öncekine HAKİM.

    Sıra insana gelince tüm önceki süreçler( evrim) insanın beyninde bir ilim olarak mevcut ve beyin tüm bedene HAKİM. Meleke kesbetmiş bu önceki aşamaları beden beynin HAKİM’ iyetiyle adeta otomatik olarak yapıyor.

    Ademi bilincin mahalli olmaya aday insan önceki süreçlerden habersiz sadece bir bilinç(ego) olarak yaşıyor. Ve kendini tanıyarak Ademi bilince ulaşıyor. Ademi bilinçteyken kendi aslını bilip, tanıdığında devreyi tamamlamış oluyor.

    Yukarıda yazdığım bu yazıda ortaya çıkan bir şey var:
    Allah’ın HAKİM oluşunun yansıması evrim ile (mi ?) oluyor.

    Ve her bir evrim basamağı (mineral, tek hücreli,vb.)sonrakinin meleklerinin oluştuğu aşama diye düşünebilir miyiz?

    1. Değerli Ali,

      Açıkçası Allah’taki bir çok özelliğin (mana-taşının) yansıması, enerji yapı-taşlarından müteşekkil fiziksel alemimizde “Evrim” ile gerçekleşiyor, evet. Yazdıklarının altına imzamı atarım :).

      Zaten biliyorsundur, Âdem kıssasındaki melekler de Âdem’in Şuursal, zihinsel, bedensel, toplumsal, çevresel yapılarında bulunan tüm melekler aslında.. Zihinsel ve doğa kuvvetleri.. Senin bahsettiğin şekilde, Âdem’in de insanların da bedenleri aslında birer bir hücreli canlılar kolonisi! Beden boyutumuzun melekleri.. ;)

  8. “”Kur’an’a bakıyorsun, ayetlere Rasul çekiniyor, üzülüyor, kızıyor, ikna edeceğim diye kendini yıpratıyor, yüzünü ekşitiyor, bir bayanın güzelliği ilgisini çekebiliyor ??? Biz kimiz ki?””

    Yukarıda bahsettiğin Kuran da geçen bu ifadeler farklı mertebelerdeki resullere yani bilinçlere işaret olamaz mı?
    Çünkü oruç bahsinde üst mertebe(mardiye ve safiyeden den bahsediliyor sanırım) dekilerin oruçları karşıda haktan gayrısını görünce bozuluyor. Böyle bir müşahade varsa- ki var- Hz. Muhammed de bu hal fazlasıyla vardır, yani bahsettiğin resuller belki de Ademi bilinç veya İsa öncesi bilinçlere denk geliyordur diye düşünüyorum.

    Bir de şu noktayı netleştirelim Üstad. Sen duygular var olacak ancak bunlar kontrollu ifade edilecek mi diyorsun ve her mertebede bu böylemidir mi diyorsun?

    Eğer böyle diyorsan bu noktaya şimdilik katılamayacağım :)

    Çünkü ben bizzat kendim hiç duygunun olmadığı birkaç günlük süreler geçirdim. Bu dönemlerde hiç duygusal his yoktu. O zaman anladım ki bahsedilen hal bu.
    Yani duygusal olmayan ve tamamen akılla yön verilen yaşantı durumu. Eğer bunu kendim yaşamasam senin dediğin gibi düşünebilirdim belki.
    Ancak bu hali ( belki de tenezzül yollu denilen şekilde) yaşadım, bu yaşayış bana ulaşmam gereken yer hakkında fikir verdi. Bahsettiğim durum tamamen soğukkanlı bir durum sadece akli olarak düşünüp davranma var(dı).

    Astrolojik olarak bu durumu incelediğimde Üstadların haritalarında Pluto-Ay gerilimli açıları olduğunu gördüm. Bu açı Ay ile işaret edilen ve duyguların kaynağı olan limbik beyni tamamen dönüştürdüklerini gösteriyor diye düşünüyorum.
    Yani alt bilincin ( cin karinenin) müslüman edilmesi denilen durum.

    1. Bahsettiğim duygu hallerinin muhatabı direkt olarak Muhammed Rasulullah ayetlerde, diğer Rasuller değil yani..
      Aslında cevap çok değişmiyor, Hz. Muhammed’in dolaştığı farklı mertebeler gereği bu normal..

      Ben, duygular var olacak, ancak bunlar kontrollü ifade edilecek diyorum evet; ama her mertebede böyle değildir diyorum. Şimdi biraz da netleştirelim:

      Rasuller, Allah’ın Velisi olduğu kullar için en alt düzey, yani gündelik hayatlarındaki yaşam biçiminde duyguların kontrollü ifadesi var. 3 numara yani, 1, 2 yok veya Beşeriyet Kemali gereği çok nadir.
      En azından tüm mertebeleri, bilinçleri cem etmiş Muhammedi Bilinci için konuşmak gerekirse durum böyle.. Tabi, bunu Kur’an ayetlerindeki Rasullerin tavırlarından anlıyoruz.

      Evet, -tabi ne yoğunlukta olduğunu bilemiyorum, ama- bahsettiğin özel durumda, nefse ait duygular zatına düşmüş, yok olmuştur (HU/Hiçlik ;)). İsimlerden ziyade, Zâtın ısısı, yoğunluğu hissediliyordur Varlıkta/Varlığımızda. Bu his HUZUR, TAMAMLANMIŞLIK, su üzerinde yürüyormuşsun, ayakların yerden kesilmiş gibi bir his verir. Bedene olan algı bile değişir.. Sınırları genişlemiş, her şey senin uzvun olmuş gibi, vs. vs.. Bu halde egonun nihai sınırları zorlanır ve doğal olarak “karşı-ları” görme zayıflar. Kamera gibi yorumsuz izlersin her şeyi.. Tamam.

      Dostum, işte bu Hakikat/Cem hali, rüzgarı veya sık sık yaşanıp bir sürü melek kazanılır, sende kayıtlı, sağlam bir mertebe olduğunda da, fark etmez > Gözünün önünde cereyan eden bir tecavüz, haksızlık, hukuksuzluk karşısında karşı-ları yaratmayı, şeriat boyutuna inmeyi, hukuku uygulamayı, duyguların kontrollü ifadesi KUDRETİNİ çıkartmıyorsa, HAKİKAT’in SARHOŞLUK hali olarak adlanır, şeriattan > zattan yansıyan isimlerinden perdelendin çünkü (isimler arasında -çok basitçe hoşgörü-kızma- ayrımı yapıp kayda girdiğinden). Cem/Hakikat/Teklik adı her neyse, takılıp kalınmaması gereken bir haldir > Sekret/Ölüm/Meleklik verdiğinden.. Acilen yeniden dirilmek, Madde alemiyle yeniden bedenlenmek gerekiyor.. ;) Kesrete (Şeriata); ama Kevser (Hakikati içeren Şeriat) havuzu olarak bu sefer..

      Çok tatlıdır, İnsan enerjice bu halde sürekli de duramaz; [zaten orucun hakikati ile özdeşleştirilmesi de bu nedenle tahminim. İnsan Oruca her zaman girmez, yılda 1 ay] ama hafızasında kalır ve tüm yaşadığı olayları da bu şekilde yorumlama hatasına > takılıp kalmaya düşebilir. Yani, dur şeriatı uygulamayayım, kızmayayım olmuyor. Bunu TEKLİK namına dediğin anda senden açığa çıkan isimlerden “kimisine” > güya Celal ağırlıklı olanlara ;) takılı kalmış oluyorsun bu sefer.

      Yani, Tevhidi efal-evsaf-esma teorisine sadık kalınacak olunsa da zihinde, pratikte şeriata aykırı olaylarla karşılaşıldığında uygulanmamalıdır. Ki zaten, Hakikatinden yansıyan özellikleri=duyguları=isimleri ile arasındaki mesafe açıldığından, duygular=isimler kontrollü ifade bulur bu mesafeden. Allah tüm manalarını seyretmek ister. Gizli bir hazine olarak kalmayı değil.. B sırrı.. Allah gibi düşünmek.. vs. vs.

      Cem > Zat ön plana çıkar, isimler görülmez. Şeriat da düşer.
      Cem’ül Cem > İsimler ön plana çıkar.. Ama bu sefer, hiç bir isimle kayıtlı olmayarak!

      Evet, her mertebede böyle değildir, ama o mertebelerde insan her daim duramıyor zaten..

      Bunlar yukarı katlar malumun.. Dedikodusu hoş tabi.. Bize düşen Candaşım, bunun izdüşümünü, bütün mertebeleri cem eden Muhammed’den projekte olan Hikmetini/Şeriatını izlemek.. Hakikat + Şeriat.

    2. Yukarıdaki boş mesajı deneme amaçlı yolladım, doğru yere mi geliyor diye :)
      Bir de eski sorularımı unutma Üstad görüşlerin önemli benim için :)
      ——————————————————————————————————————-

      Kuran terminolojisi ve mecazlarına fazla aşina olmadığımı söylemeliyim. Çünkü ayrı bir dil gibi bunları öğrenmek. O nedenle sıkıştığımda doğu öğretileri ve modern batıdaki yansımaları olan kaynaklara başvuruyorum. Çünkü tabiri caizse Kuran bana bilmece gibi geliyor ve şimdilik o bilmeceyi çözmeye merakım yok.
      Çünkü Kuran ve tasavvufi terminolojideki bahsedilen şeyleri yaşamış olsam da (burada tabiki sadece tecrübe ettiklerimden bahsediyorum,yol uzun nihayetinde) orada anlatılan bilmecemsi/mecazi haliyle anlamakta ve kendimde bulmakta zorlanıyorum. Çünkü bizzat insanın tecrübe ettikleriyle orada bahsedilenlerin karşılaştırması epey zor geliyor bana.

      Bir misal vereyim bu bahsettiğim durum ile ilgili:

      Anlamları kendinde bulup seyretme denilen durum bunu yaşamış olduğumu daha yeni farkettim, daha doğrusu yaşamış olduğumun tasavvufi dildeki bahsedilen anlama karşılık geldiğini yeni anladım. O kadar çok kavram varki, içinde boğuluyorsun adeta. Ama şu da bir gerçekki en çok ve detaylı bilgiyi de tasavvufi eserlerde buluyorum.
      Ancak şurası da bir gerçekki dinlerin yarattığı şartlanmaları aşmak epey zor ve oldukça cesur bir çaba gerektiriyor.

      Söz gelimi (burayı yayınlama istersen) ortalama bir “müslüman” ın şartlanmaları kendisine öyle bir perde çekiyor ki eğer bu yola girecekse onları tümden atması lazım. ****** Çünkü bunu yapabilmesi demek kafasındaki gereksiz safsatanın boşalması(fincanının boşalması) demektir ki ancak ondan sonra yeni bilgilere açık olabilir. En basit araçlara bile öyle çok kutsiyet atfediyor ki ortalama bir insan, şaşırıp kalıyorsun. Halbuki insan kutsal, araçlar değil.

      Söz uzadı , asıl noktayı kaçırmayım.
      Derdimi anlamışsındır :)

      Mesela yukarıda bahsettiğim anlamları kendinde bulup izleme olayı…
      Egosu yüksek ve aşırı benmerkezci olan Ateş burcu insanları pek sevmez ve onlarla anlaşamazdım. Bu bendeki bir önyargıydı. Ancak ego her ne kadar da asılsız cahice bir durum olsa da onun tamamen asılsız olmadığını bilakis aslını Zat’tan aldığını anladığımda bakış açım değişti. Çünkü kendimdeki aslı da görmüş oldum ve egosu yüksek insanlardakinin de yanılsama içinde olsalar da o büyüklenmenin derunlarındaki asıllarından geldiğini anladım. Ve hatta bu ateş burcu insanların aşırı öz güvenleri (ki beni rahatsız ederdi) sahte egoya dahi dayansa iyi bir şey çünkü çoğu insana göre daha az dışarı putuna tapıyorlar diye düşünmeye başladım. Böylelikle kendimde tespit ettiğim bir anlamı dışarda izlemeye başlamış oldum. Ancak bunun tasavvufi karşılığını anlamam uzun sürdü. Nedeni de malum aşırı kavram ve mecazlar.

      Şimdi gelelim başka bir noktaya:

      Her insanın kendi içindeki anlamları sürekli olarak yaratıp bunları dış ve iç dünyasında yaşadığını biliyorum. Ve o insan hayatından memnun değilse ondan kaçması da bir şeyi değiştirmez çünkü kendinden kaçamaz, her yere kendi de gidecek. Kendindeki anlamları ise geçmiş bir zamanda kendi elleriyle yaptı, şimdi sadece bunun sonucunu yaşıyor(karma denen şey). Şimdi bu insana şeriat anlamında yardım edemezsin edeceüin tek gerçek yardım o insanın kendisine format atmasına yardım etmek olacaktır. Çünkü kendindeki anlamların sonuçlarını bu kaçınılmaz olarak yaşayacak. Bunlar kendi seçiminin sonucu (cehennem).
      Dolayısıyla eğer akış senin müdahale etmeni gerektirmiyorsa sadece izlersin diye düşünüyorum. Yani olan ne olursa olsun. Sonuçta burası düalistik alem, oyun parkı…

  9. Çelişki nerede biliyor musun?

    “Karşı”mızdakine öfkelenmeyi Hak’tan/Teklik’ten perdelilik olarak görürken, “karşı”mızdakini hoşgörmeyi Hakk’ı görmek olarak sanmak! :) Halbuki ikisinde de “karşı” var!

    Bu hatırlatmayı kulağıma küpe yapacağım , çünkü önemli bir perdeden kurtaracağını sanıyorum:)

    Allah ilmini artırsın Üstad .

    Vakit ayırıp yazıyor ve değerli görüşlerini esirgemiyorsun, çok teşekkür ederim.

  10. Evvela rabbına vasıl olacaksın; ondan sonra ilahi emirlerin manalarının müşahadesi oluşacak, esma mertebesine ulaşacaksın, bunun neticesinde “melikiyyetin” ne olduğunu müşahade edeceksin.

    Ahmed Hulusi’nin İnsan ve Sırları- Nefsin Hakikatı Nedir? başlıklı yazısındaki yukadaki paragaraf şunu mu anlatıyor? ( yine kavramları çözme çabası, kendi dilime tercüme çabası :)

    Rab= yani esma terkibi denilen bendeki anlamların oransal bütünlüğü(bazısı az bazısı çok yani)

    Melikiyyet= Bendeki anlamların doğal olarak kuvveden fiile çıkması durumu. Yani rabbın hükmü. Çünkü anlamlar otomatik olarak yeni yaşadıklarımız sonucunda bizden açığa çıkacak yeni şenleri oluşturuyor.

    Doğru anlamış mıyım?
    Dediğin gibi , ah şu kavramlar :)

    1. Yukarıdaki soruyla bağlantılı bir şey daha sorayım?

      Rab denilen bizdeki anlamlar topluluğunun hikmünden çıkmak kendimizdeki Nefs denilen Zat-i yönümüzle mi oluyor? Böyle olması lazım çünkü rab denilen mevcut anlamları gözleyip onlardan kurtulmayı daha doğrusu dar anlamlardan genişliğe çıkmayı isteyen yanımız nefs oluyor.
      Yani batı kaynaklarında egonun kendini yok etmesi denen olay. Çünkü başka bir şey yok sadece ego kendini yok edebilir denilen olay değil mi?
      Yani ego kendini besleyen kaynakları kurutup kendini yok ediyor, rabbın hükmünden çıkıyor.

    2. :) bizleri Ahlatan bu kavramları tercüme/modernize etme dönemindeyiz..

      Rububiyete tabi oluşta, yaşamında, dediğin gibi oluşmuş kişilik ile sınırlanma var (bazısı az bazısı çok).
      Melikiyyet, melekliği = güçlülüğü yaşama.. Daha önce hiç kullanmadığımız veya çok az fiile döktüğümüz, ama potansiyelimizde bulunan Allah manalarına ulaşma ve açığa çıkarabilme yeteneği.. Riyazat, cihad, infak vs. ile yani bizi sınırlayan davranışlarımızın tam tersini yaparak, terkibi bozma, sivriliklerini giderme.. (denge noktasına yaklaşma). Tevrat’ta anlatılan Yakub’un Rabbini güreşte yenmesi ;)

      Bizi Rububiyet hükmünden çıkartacak olan Aklını işleten Kalp diyorum. Çünkü nefs dilediğini yapmak ister, sınırsızca. Onu yönlendirecek olan Akıl’dır. Akıl ise İlim ile beslenir.

  11. Selamun Aleyküm
    Bu değerli yazı için Allah sizden razı olsun, yorumlarda bir o kadar bilgilendirici olmuş. Bu yazılanlar bizim dünyamızda düşündüklerimizin sonucu olarak sürekli yaşanmakta ise Ahir zaman adı altındaki yaşadığımız devirde Kuranda ne olacağına dair yazılanlar sistemin neresinde yer almakta? Bu ayetler bizim daha evvel düşündüklerimizin sonucu degil bize uyarıcı olarak gönderilmiş Mesaj olarak bakmamız mı gerekiyor? Yani yine senin yaptıklarının sonucu sende sistem açılıp mesajları okumaya mı başlıyorsun?

  12. Merhabalar, daha iyi anlaşılabilmek adına, sorumu biraz daha anlaşılır yapmak istedim.Ahir zamandan kastım şu ; bu yaşadığımız zamana ahir zaman yada yeni çağ , altın çağ gibi isimler takılmış.Ve bu zamanda neler olacağını da Kuran yazmış, bunu daha evvel ne okudum ne de islam bilgisiyle ilgili bişeyler biliyordum yada adına ilim diyelim.Bunlar düşüncemde dahi yoktu, şimdi insan düşüncelerinin yada yaptıklarının sonucunu yaşıyor yazmışsınız ya, tabi bunları sadece bu yazıdan edinmedim üç dört senedir ilim okuyorum islamı anlamaya hakikatimi öğrenmeye çalışıyorum. Bu tarz yazıları da birleştirip bir sonuç çıkarmaya çalışıyorum.Bunlara dahi hiç bir bilgim ve düşüncem yokken bu yaşadıklarım bende nasıl açıldı yani sünetullah programı nasıl açıldı ?

  13. Ahir zaman, zaten ellerimizle = davranışlarımızla elde ettiklerimizin sonuçlarını yaşayacağımız sürecin adı.. Şu an Ahir zamanda değiliz, her an Ahir zamandayız.. Çünkü, her an bir önceki dönemdekilerin sonuçlarını da yaşıyoruz. Bu çok basitçe Neden – Sonuç mekanizmasına indirgenebilir.

    Kuran’da anlatılan Kavimler, onların Ahiret-lerindeki helakları… Rasullerin ve müminlerin Ahirlerindeki kurtuluşları.. Bir devir – daim söz konusu.. Kuran’da yazılanlar da bu döngülerin sembolik, kendine has üslubuyla dile dökülmesi..

    İnsan – Toplumların (manen) yaratılışları, bozulmalar, helak/dönüşüm, yeniden yaratılış, kıyamet/uyanış..

  14. Yoksa, hap veya özel çözüm yok olmadı, olmayacak. Belki teknoloji çoook ilerlerse :) olabilir, açıklamanız..teorinin uygulamaya dönüştürülmesi, Rahmetin- Nurun- Hikmetin .açığa çıkış teorilerinin uygulamaya dönük hap formülleri şu ayette geçen gibi mi..

    ”’Eğer sadıklardansan, kendisiyle tehdit ettiğini bize getir!”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir