Fikre Düşenler

fikre-dusenlerFikre Takılanlar paylaşımının devamı niteliğinde, Sonsuzluk Kulesi‘nin yorum bölümlerine çeşitli konularda (Mürşit-Veli-Takva-Allah’a yakın olma kavramları, reenkarnasyon, kader-irade, sorumluluğumuz, imtihan, cinler, zikir, mecaz-zahir-batın, dünya rüyası vd.) değerli soruları ile katkıda bulunan kimi okurlara vermiş olduğum kısa cevaplardan oluşturulmuş derleme paylaşımı.. Faydalı olması dileği ile…

Peygamberlerin dualarına Kuranda yer verilmektedir. Bu dualar insanın bilinci için ne ifade etmektedir? Bazı peygamberlerin kavimlerini terk etmeleri, beddua etmeleri gibi bize göre olumsuz durumlardan bahsediliyor. Sizin bakış açınızla bu durum nasıl yorumlanabilir?

Peygamber duaları, bizlerdeki çeşit çeşit Şuûr (İçsel Farkındalık) hallerinin kelimelere dökülmüş tercümeleridir.

farkindalik

Peygamberlerin kavmini terk etmesi; gelinilen Şuûr boyutunun nefsi dizginleyecek yetkinlikte/yeterlilikte olamamasıdır. Şuûr genişledikçe beraberinde nefsin tehlikeleri de daha incelikli hâle bürünür ve yeni bir Şuûr boyutuna geçilmesi gerekmektedir (eski kavim helak edilir, yeni bir Rasûl yeni bir kavme gönderilir).

Kavmin helâkını istemeleri (dua diyelim) ise, kalıplaşmış eylem ve düşüncelerimizin kontrol edilebilmeleri ve ruhta yok (helâk) olabilmeleri için özümüze olan irtibatımızın artırılmasıdır.

İnsan kendi bilinç seviyesinin derecesini bilebilir mi?

Evet, olgunlaşma süreçlerini geçerken fark edebileceği bir yer olacaktır. Bunu bebekken, kendinizin bebek, karşınızdakinin yetişkin insan olduğunu fark edemezken, büyüyüp akıllandıktan sonra çocuk mu, delikanlı mı yoksa yaşlı mı olduğunuzu bilmenize benzetebiliriz. Bu örnek bahsettiğiniz farkındalığın dünya yaşamındaki bir misalidir.

Tefekkür, belli bir disiplin olmadan bu bilinç seviyelerini geçmeyi sağlar mı?

Tefekkür başlı başına disiplin isteyen bir süreçtir ve göklerin krallığına kanat açmanın en hızlı yoludur.

Velî isminin özel oluşu, insanın Allah’a yakın olması gibi bir durumun mümkün olmamasından, yakınlığın ancak O’ndan olabileceğinden mi kaynaklanmaktadır? Bunun ” Evliyaullah Allah’a yakın olanlar ” tabiri İnsanlar arasındaki derecelendirmeden dolayı mı bu şekilde ifade edilmiştir? Yani birincisi insanın kendi iç alemi ile diğeri dış dünyası ile mi alakalıdır?

İnsanın Allah’a yakın, yani derecesinin olması mümkündür ve bu âyetlerden de anlaşılabileceği üzere ancak iç dünyasına ait takva ile olabilir (Yunus/62-63). Fakat, yakınlık ölçütü olan takvanın salt kişinin dış dünyasına bakılarak anlaşılabilecek (riyakarları düşünelim) bir meziyet olmaması dolayısıyla, YAKIN OLAN anlamındaki Veli isminin de kullar için kullanılması riyakarlığa, yozlaşmaya, dinsel istismara, kulları PUTlaştırmaya kaymamak için yasaklanmıştır.

takvaNeden yasak olduğunu ise zaten geçmişten günümüze önlerinde el-pençe durulan putlaştırılmış kişilere, keramet rekorları kıran evliya menkıbelerine bakarak rahatlıkla anlayabiliriz. Küçük dünyaların büyük Mehdileri, Gavsları ise işin cabası.. Çarpıtılmış, içi boşaltılmış bir kavram (Veli) üzerinden kurulmuş bir balon/hayal dünyası..

Kısacası Veli Allah’tır hükmü koyularak şu amaçlanmıştır: Kimin Allah’a yakın olduğunu bilemezsiniz; ama TAKVA SAHİBİNE YAKIN OLAN (Takva sahiplerinin Velisi) benim.

Bir mürşide tabi olmak şart mı, zira bir mürşide tabi olmanın farz olduğu söylenmektedir.

…bazı özellikler vardır ki, sadece ismi Allah olan Varlığa aittir. El-Velî, El-Raşid gibi..

“Sizi iRŞaT etmeye gücüm yoktur” der Rasûl (Cinn-21); ama biz, bizleri değiştirebilecek güçleri olduğuna inandığımız Mürşitlere teslim ederiz irâdelerimizi (mürit oluruz) !.. (Allâh’ın Velisi oldukları)

Dileyen, talep eden kişiyi özümüzdeki El-Reşid manası ile Allah iRŞaT etmektedir. Dışarıda karşımıza çıkan eğitici özne ve nesneler (onları veli edinmeden, onlara kutsiyet vermeden), Allah ve O’nun Rasûl’undeki Risaletine teslimiyet/tabiiyet yolculuğumuzda sadece bilgilendirici/hissettirici birer vesile olarak kalmalıdır.

Vesile, aranacak, istenecek olandır; teslim ve tabi olunacak değil.

“…vebtegû ileyhil vesîlete…”, “…O’na doğru vesileleri arayın/isteyin…“ (Mâide-35).

“…yebteğune ila rabbihimul vesilete eyyuhum akrabu…“, “…(Rabbine) en yakın olan kimseler (bile) Rablerine vesile ararlar…” (İsra-57).

Günümüz tarikatlarını neden ötekileştirip siyasete bulaşmış, iyi ahlak dernekleri olarak eleştiriyorsunuz?

Nefsâni olmayan eleştiri Yorumsuz Seyrin bir parçasıdır. Günümüz tarikatlarının -isimlerine takılı kalmadan- eleştirisi, onlara olan sevgisizlikten veya öteki gibi görmekten kaynaklanmıyor. Bu yola girenler, ilk adım olarak kalbinden sevgisizliği ve öteki kavramını atmalıdır. Ama Bilinçaltı arka planına bu idrâkı yerleştirdikten sonra Zâhir Dünya’nın hakkını vermek, kurallarını Şeriat ölçüsünde uygulamak gerekir.

Hz. Âli ötekileştirdiği veya sevgisizliğinden dolayı kafir olarak suretleneni öldürüyor değildi; nefsinden gelmeyerek (fiy Sebîl Allah) bir fiil gerçekleştiriyordu.

Nefsâni olmayan eleştiri (emmâre) benliğine uyanların yarasına dokunur. Kişi karşıdan yorumsuz seyir içinde gelen cümleyi kendi gibi benlikli zannettiğinden de gocunur.

Osho’nun yazılarında reankarnasyon’un var olduğuna dair şeyler okumuşsundur sende. Ama Kur’an’da bu mümkün değildir diyor. Muhtemelen Osho’nun kastettiği Dünya’ya tekrar gelme değil. Bunu açabilir misin bilgin varsa bu konuda?

Bilinç TEK olduğundan ve kimliklerimiz/kişiliklerimiz/egomuz da beynimizin ürünü, birer algı yanılsaması olduğundan kimliklerimizin re-enkarnasyonu, yeniden dirilmesi, farklı bir bedene göçmesi gibi bir şey söz konusu değildir.

reenkarnasyonReenkarnasyon vak’alarının nedeni; TEK Bilinçteki Tümel bilginin Holografik olarak her yerde ve her zamanda kayıtlı oluşundan, kimi hassas veya normalden farklı şekilde özelleşmiş beyin bölgelerinin bu kayıtlı bilgiyi algılaması ve doğal olarak algılanan bilginin kendisine aitmiş, kendisi yaşamış gibi zannedilmesi durumudur.

TEK olan bilinç her kimlikten (Koray’dan, Berkay’dan vs.) âlemi, ilmini algılamaktadır ve bütün bu sonsuz-sınırsız algılama çeşitleri zamansızlıkta aynı anda olmaktadır/olmuştur. Şu an Berkay ismi ve görüntüsü altında şu satırların yazılışını algılayan TEK BEN-Bilinç, aynı anda örneğin bin yıl önce yaşamış/bin yıl sonra yaşayacak olan herhangi bir algılayıcının derinliğindeki TEK BEN-Bilinçtir. OSHO’nun zamana tabi zihinlerimizin anlayış seviyesine göre/anlayabilmesi için re-enkarne oldun şeklinde hitap ettiği de bizdeki TEK-Ben(e)dir.

Din toplu bilinçaltının eseri olabilir mi? Özgür irade yok ise eğer tanrıya inanıp inanmama seçeneğine bireysel olarak sahip olmak nasıl söz konusu olabilir? Tanrı evrenin toplu bilinçaltı olabilir mi?

Evrensel Bilinç ürünü olan Din, kişiyi toplu ve kişisel bilinçaltından korumak için Evrensel TEK-TÜMEL Bilincin somut bir şekilde yaşanıldığı Şuûr‘un (≈ahirete bakan Zihinsel yön) Beşeriyeti (≈ dünya hayatına bakan Zihinsel yönü) tarafından diğer beyinlere, kendilerindeki sonsuz ve sınırsız boyutların varlığını bulabilmelerine (≈ Risâletin kendilerinde de açığa çıkmasına) yardımcı olmak maksadıyla tebliğ edilmiştir/davet edilmiştir.

Tanrı algılayan, algılanan ve tüm algılayıcılardaki algılamanın olduğu dokudur/ortamdır. Tüm bilinçaltı çeşitleri (Evrensel, toplu, insanlık, kişisel vs.) Tek olan Tanrısal varlığın farklı katmanlarındaki bilgi ve algı aşamalarıdır.

Tek olan İrade hangi algı aşamasında olursa olsun mutlak anlamda özgür değildir. Olması gereken oluyordur. Sonsuz Devinimdeki BÖLÜNEMEZ TEKİL OLUŞ/AKIŞ vardır. Tanrı’nın iradesi ile kastedilen de merkezi, başı-sonu olmayan Evrensel oluşun-akışın kendisidir.

kader

Varlıkta özgür olacak bir ego-merkez yoktur. Ama her algı seviyesinin kendi ortamında izâfî özgürlüğü olabilir, ki bu da ego yanılsamasından kaynaklanmaktadır. “Seçme özgürlüğü” egonun yanılsama olduğunun fark edilmediği ortamlarda pratiklik sağlamak maksadıyla kullanılan bir ifadedir. Halbuki, egonun bir varlığı olmadığı için ne “seçebilir” ne de “sahip olabilir”.

Dikkat edelim, “ego” kaderi tayin edilmiş bir kukla/robot değildir. Burada dikkat edilmesi gereken “ego kendi kaderini çiziyor” veya “ego kaderini yaşıyor” değildir. Egonun gerçek bir varlığı olmadığı için egonun kaderini çizmesinden bahsedilemez; ama aynı şekilde TEK olan VARLIK’ta öncelik-sonralık olmadığından öncelik boyutundan sonrada olan için yazılmış bir kader de yoktur.

Kaderin anlaşılabilmesi için kişinin zamansızlığı idrak/ilham etmiş olması gerekiyor. Yoksa kaderi haline gelmiş “Tanrısallık (Bana takdir biçen Allah) ve egosallık (takdir biçilen egom) ikilemi ile kader sırrı anlaşılamaz.

Herşeyin aslında tek olduğunu anlatıyorsunuz, benim merak ettiğim insanın bu durumdaki yükümlülüğü yada iradesi var mıdır, hayattaki yegane amaç farkındalık mı olmalıdır, yada bizim şeytan dediğimiz şey ‘tek’ ten ayrı mıdır?

Gerçekte kimsenin iradesi yoktur. Fakat bu ötelerden bir varlığın belirlediği yazgıyı oynamak anlamına gelmemektedir. Varlık TEK’tir ve TEK, bizim aracılığımızla İradesini ortaya koymaktadır. TEK, bizim aracılığımızla derken bile bir ayrım vardır; fakat anlatabilmek için ifadelendirmede zihin dünyasına ait kelimeleri kullanmaktayız. Gerçekte, Şuûrun hissedişinde ayrım yoktur.

Benzetme yapmak gerekirse, zihnimizde roller vererek oynattırdığımız bir tiyatro sahnesini düşünelim. Rollerini oynayan herkes ayrı ayrı varlıkları varmış gibi görünse de onların her birinin dilemesi gerçekte TEK ZİHNİN dilemesidir. Bizden açığa çıkan her şey Biz-Ben olan TEK’in İradesidir.

Bizler TEK’in özellikleri ile varız. Bileşimimiz nedeniyle, “ben” dediğimiz varlıkta açığa çıkan davranışlar, sistemde karşılığını bularak birimin hak ettikleri olarak gene karşısına çıkmaktadır. Bu arada Her şey TEK’te meydana gelmektedir.

Yükümlülüğümüz vardır; ama bu ötelerden verilen bir yükümlülük değil; bizde açığa çıkan veritabanımızdır. Sistemde duygusallığa yer yoktur. Bizler Evren içerisinde meydana geldik. Bir nevi günahkâr (atalarımızdan ve çevremizden aldığımız şartlanmalar) doğduk. Tüm bu yönlendirici kollektif/toplu bilinçaltı dokusuna “Şeytan” diyebiliriz.

Yapmamız gereken de veritabanımıza format atıp onu yeniden kurmak ve güncellemek olacaktır. Buna da farkındalık denilmektedir. Farkındalığın getirisi ise İmtihandır. Gene benzer şekilde imtihanı bize kimse yapmamaktadır. Sistem gereği veritabanımızın karşılığı olarak karşımıza çıkan olaylar bizim imtihanımız olmaktadır.

“Zihnin en derinlerinde saklı kalmış cinler dâhi Süleymanca kontrol edilebilmekte ve “karıncanın sesini” duyabilme olarak sembolleşmektedir.” demişsiniz bir yazınızda. Ben bu konuda insan beyninin yaydığı enerji ile hayvanlarla konuşabilme ve onları yönlendirebilme imkanını barındırdığını düşünüyorum. Her türün kendine has dili var zira. Ama varlık tek…Olağanüstü bir simyanın kapısı bu bilgi aynı zamanda….Bilmiyorum siz ne dersiniz ?

kendinde_ara

Diğer paylaşımlarıma da bakma fırsatınız oldu mu bilmiyorum; ama düşüncem Kur’ãn’ın risâlet âyetlerinin tüm boyutlarıyla İnsanın özetini verdiği yönündedir. Dolayısıyla kıssalar İnsan’ın çeşitli ego-ötesi, aşkın boyutlarının hâl dilidir.

Hayvanların hâl dilini çözme ve onlarla iletişime geçme elbette gerçekleşebilir; fakat âyetlerin, âyetlerdeki sembollerin karşılıklarının, Her ne ararsan Kendin’de ara anahtarı gereği İnsan’da bulunması gerektiğini ve İnsan’da olana işâret ettiklerini, Karınca ile konuşma, taştan deve çıkartma gibi anlatımların sembolik olarak algılanıp, olduğu gibi alınmaması gerektiğini düşünüyorum.

Resulullah sav. efendimizin bir cini yakalayıp sonradan serbest bırakması ve şeytanın bir insan suretinde efendimizin yanına gelip sorulan sorulara cevap vermesi hadislerini Güncellenmesi gereken Cin anlayışı yazınız ışığında nasıl değerlendirirsiniz ?

Giriş kısmını Sevgili Ahmed Baki’nin bir yazısında da belirttiği üzere şu şekilde açalım..

“Dile gelenleri, bir gerçeği açıklayan “kesitsel veriler” olarak kabul edebilmek… Anlatımda kullanılanları, birebir nesneler olarak değil, sadece açıklandıkları günün ve ortamın koşullarında dile gelen “kelimeler”, gösterilebilen “nesneler”, işaret edilebilen “semboller”, anlamaya yaklaştıran “benzetmeler” olarak kabul edebilmek… Kastedilenlerin, kelimelerin karşılığı olan birebir “nesneler” değil, onların misal olarak anımsatılması suretiyle okuyan bilince kazandırılmaya çalışılan bir “hissetme, düşünme ve değerlendirme sistemi” olduğunu kabul edebilmek…

Gerek Kur’an ve gerekse Hadislerde anlatılan olayları, kelimelere takılmayıp, somut ve birebir olarak kabullenmenin ötesinde, bunların birer işaret olduğunu, benzetmeler olduğunu kabul ediyor ve bu düşünceden yola çıkıyor muyuz? İlk farkedilmesi gereken nokta bu!

nefs-kontrol

Allah Rasûl’unun cini yakalayıp sonra salıvermesi, kendindeki Cinleri (bilinçaltı etkileri) kontrol edebilen Süleyman Şuûr boyutunun bir göstergesidir anlayışıma göre.

Bilinçleri arınmış olsa da, kamil insanlar da, atalarından aldıkları genler doğrultusunda bedene-zihne-dünya yaşamına yönelik davranış kalıpları, iç güdü, dürtü vs. oluşturacak bir bilinçaltına sahiptirler. Bizlerden farkları ise bilinçaltlarının kontrolünde olmayıp, kendileri bilinçaltlarının gizli isteklerinin dâhi farkında olup Şuûrları ile davranışlarını, içgüdülerini, dürtülerini kontrol edebilmeleri, kendilerine hâkim olabilmeleridir.

Şirk halinin hiç kalkmayacağı hatta şahid olmada dahi şirk olduğu bilir kişilerce söylendiği söyleniyor?

(Gizli) Şirk içerisinde olmak şu an için bizi endişeye düşürecek bir mesele olmamalı. Kul, kulluğunu hissettiği müddetçe (gizli) şirk içindedir.

Tavsiyem… Kendimizi tanıma sürecimize yoğunlaşmamız. Şahitlik bu sürecin sonunda (Rabbe ârif olma) sizde yaşanacak olan hâlin adıdır.

Allah’ın esmalarını zikrederken o esmaya yönelik düşünmek, örneğin vedud ismini zikrediyorsunuz, Allah’ın sevgi ile alakalı bir ismidir o ismi zikrederken sevdiklerinizi ve derin bir aşkın nasıl bir şey olduğunu da düşünürseniz belki sadece düşünmekten çok daha hızlı ilerletebilir çünkü kelimeler de enerji taşırlar diğer herşey gibi ve belki bu kelimeler gerçekten kozmik planda kodlanmış da olabilir.

Beyin ve Zikir paylaşımında da anlatmaya çalıştığım gibi Allah isimlerinin telaffuzlarını tekrar etmemiz ne âyetlerle ne de hadislerde bizlerden istenmektedir. Eğer âyet ve hâdislerde bir konuda işârette bulunulmamışsa bu durumun Sistemde yerinin olmadığını gösterir.

Bizlerden istenen mânâdır. Mâneviyat/Ruhsallık, düşünce ve davranışlarda mânâyı yaşamaktır, madde dünyaya âit kelime telaffuzları ise materyalizmdir, madde de kalmaktır.

tesbihElbette herkes istediğine belkilerle inanabilir; ama önemli olan inanılanın Sistemde yeri olup olmadığıdır. Çünkü en güzel örnek Rasûllullah’tır ve Sistemi en iyi anlamış ve açıklamış Beyin de O boyuttur. Gösterdiklerinin haricindeki dînî ekstralar faydasız olup zaman kaybıdır kanaatimce.

Zikir konulu paylaşımların özeti şu idi (detayları yazılarda): Kelimeler tek başlarına enerji taşımazlar. Onlara enerjiyi kodlayan kişinin o kelimeye yüklediği mânâ, düşünce ve davranışlarıdır.

Farklı yaklaşımlarınız dikkat çekiyor, tefekkür kısmını iyi yapıyorsunuz anlaşılan, emeğiniz için teşekkür ederim. Bu tefekkürler esnasında olayların, ayetlerin batınına inerken zahirini ihmal ediyorsunuz gibime geliyor. Elbette güneşin cehennem oluşu veya olmayışı bir iman meselesi değildir, düşünen insanların yorumlamalarıyla alakalıdır, fakat gördüğüm kadarıyla bu olayı da tamamen içsel bir deneyime bağlamışsınız. Evet, herşey içimizde mevcuttur ve içimizde biter belki de, ama dışta da “var” olduğunu unutmamalıyız bence, teşekkürler…

Zâhir, hakîkat katrelerinin algı alanımıza düşüp Şuûr’da seyredilmesi (≈ kişinin bilinçaltının parçası olması); Bâtın algı alanımıza o hakîkatin düşmeyen derinlikleridir. “Var” varsayılan “dışarısı” ise “Mecâz”dır, Mecâz âlemidir. Ego’nun yaşamı “mecâzdır”ve hakîkati olarak, hakîkaten yaratılması gerekmektedir (bi-izni-hi).

Kişinin kendisinde, mecâzın işâret ettiği hakîkatin Zâhir olması için kullanılabilecek ve (perde olmaması için) terk edilmesi gereken bir “araçtır” Mecâz (âlemi).

Ben cinleri ve insanlari ancak bana kulluk etsinler diye yarattim buyuruyor Allahu Teala, siz ise yazılarınızın birinde insan ile ilgilenen yok evrim insana kadar başıboş gelişti gibi ifadeler ediyorsunuz, ya ben yanlış anladim yada siz bu konu hakkında cok yanlış düşünüyorsunuz.

İnsan sistem içinde meydana gelmiştir. İnsanla (özel olarak) ilgilenen bir Tanrı yoktur! cümlesini kullanmıştım. 2 ayağı üzerinde yürüyen, gelişmiş bir hayvan türü olarak İnsan ile ilgilenen yoktur; ama Halife Hz. İNSAN ilahi muhatap alanındadır.

TEK O kavramına dünyadaki öğrenme süreci bitmeden kavuşmayı isteyenler; o zaman kimden ne öğrenecekler merak ediyorum?

Mürşid olan Allah‘a yol göstermesi için samimi bir şekilde dua eden beyin, muhakkak karşısında Allah’ın mürşitliğinin zuhurunu görecektir.

Rüya görürken nasıl anlamıyoruz o anda rüyada olduğumuzu? Düşünüyorum da o anda mesela ben uyanmasam orayı gerçek bilip orada yaşayacağım. Burada da belki rüyadayım, ama burası daha gerçek gibi geliyor, rüyamda konuştuklarım o anda var gibiler ben gitsem onlara bu rüya siz yoksunuz desem gülerler belki. Şimdi burda aynı şeyi size söylesem?

Aynısını bize de söyleyebilmen için gerçek dünyaya=ahirete en azından bir kere uyanmış olman gerekiyor. Ahireti hisseti/yaşadı isen, buranın rüya olduğunu yakînen fark etmiş/tatmış olacaksın. Bu tadış sıklaşıp beyin yapılanmanı yeniden dizayn edip kurarsa o zaman bu dünya hayatının bir rüya gibi olduğu Şuûru sende tam oturmuş olacaktır. Tefekkürle Hiçliğe yaklaştıkça ahiret ortaya çıkar.

Peki sende bu anlattığın uyanış gerçekleşti mi? Eğer öyle ise neden bu site? Yani sana göre rüyanda olan bizlerle neden paylaşıyorsun bunları? Yada burası ortak buluştuğumuz bir yer mi? Ben sana sen benim rüyamdasın dersem sende bana aynısını söylersen bu işin içinden nasıl çıkarız? :)

dunya-ruya

“sen” veya “ben” birer algılama odağıdır. TEK olan BEN kendini “sen” ve “ben” şeklinde ego filtresiyle/bilinçsizliği ile algıladığı için bu dünya hayatı gerçek olarak algılanır. Dünya rüyasını/dünyanın bir rüya olduğunu gören/görecek olan “sen” veya “ben” değil; bir algı merkezi olarak belirmiş olan sende/bende “ego-ben” siz, filtresiz algılamayı tadacak olan TEK Bilinçtir. Her birimdeki her türlü duygu ve düşüncelerinin berisindeki BEN hissi aynı, Tek, Kozmik BEN’dir ve bu yüzden “ego” ların ortak bir buluşma yeri/algılama tipi olarak dünya hayatı vardır.

ego-benliğimizde kaldığımız müddetçe buranın bir rüya olduğu asla tadılmaz, işin felsefesi yapılabilir ve bu işin içinden nasıl çıkacağız gibi paradoks bir soru çıkar karşımıza doğal olarak :) Bu işin içinden çıkmanın yolu egoyu aşmak ve gerçekte her birimin ayrı ayrı rüyalarının olmadığını, tek bir rüyanın olduğunu, TEK’in kendi olarak=Şuûr’da yaşamakla mümkün ancak ;)

Bu site niye var? :) (TEK olan BEN’in) Madde beden algıSı (beşeriyet) devam ediyor. Acıktığında yemek yiyor, mesleğini icra ediyor, gülüyor, oynuyor, etki-tepki, arz-talep…

Abdulkadir Geylani Hz’lerinin eseri var biliyorsunuz muhakkak Gavsiye adında. Orada Rabbi ile konuşuyor. Ben daha konuşamadım henüz. Sizler konuştunuz mu?

“ve la tecessesu … ba’dukum ba’da”, araştırmayın/merak etmeyin … birbirinizin durumlarını/hâllerini/mahremiyetini.

Başkalarının özel hâllerini/mahremini bilmenin kişiye bir faydası yoktur, şeytanın “kıyas” yaptırmasından başka!..

Hakîkat’te/hakîkatinde, “başkası” hakkında konuşmak/düşünmek bile dedikodudur.

Safiyane soruşunuz bu işin şeriat düzeyi açısından gözüken tarafıdır. Ama bunun da ötesinde tarikat (kişisel veritabanımızın Evrensel veritabanının yayınına açılması için düzenlenmesi) ve marifet (algılaması Evrensel veritabanından aldığı yayına göre olan) bakış açısıyla yaşanılacaksa (ki düşünce ve eylemlerimizin bilinçaltında saklanmış olan asıl nedenleri gözükür) düşünce ve yaşayış dünyamıza daha da dikkat edilmesi gerekir/gerekecektir. Bulunulan Şuûr durumuna göre (şeriattaki) Mübahlar bile (tarikat/marifette) mekrûh/günaha dönüşür.

“Rabbi ile konuşmak” şeklinde eserlerde mecâzi olarak ifade edilen hâl, kişinin egosundan arındıkça beliren Evrensel, saf Akıl ile düşünebilir olmasıdır, kanaâtimce.

beynin-oyunuŞunu da paylaşmak istiyorum: Bir insanın bir yerlerden sesler duyması veya görüntüler alması zor bir olay değildir. Ses ve görüntü en alt boyutun malzemeleridir. Beyindeki ilgili duyusal korteks bölgelerinin aktive edilmesiyle rahatlıkla ortaya çıkabilirler. Günümüzde bu tipte olan bir çok psikolojik vak’a vardır.

Tasavvufla ilgilenen veya bir tarikata mensup kişilerde de bu tip anlatımları çokça duyabilirsiniz. Marifetmiş gibi anlatılır; ama aynı kişi dedikodudan kendini alamıyordur.

Zor olan Nefsin Tezkiyesi (arındırılması) dir. Unutulmaması gereken Hakîkatin, Şuûr’un sûretsiz oluşudur.

“Ötelerdeki melekler/cinler –varsa eğer- ise ulaşılamaz oldukları için yararsız ve kullanışsızdır.” Bu durumda “ötelerdeki insanlar” diye de düşünebiliriz ve ötelerdeki tüm -canlı-cansız- varlıklar…?

Kur’ãn bizi, İnsan’ı, İnsan’dakini anlatmaktadır. Dolayısıyla dışarıda bir melek veya cin aramamayı ve inanmamayı, dışarılardaki cinlerden korunmak için anlamını dahi bilmediğim duaları okumaktansa, bilinçaltı saklı kişiliklerimin (=cinlerimin) beni kontrol eden durumlarımı düzeltme DUAsını ve hissiyatımda Allah’a yaklaştıracak aracı kuvvelerimi (=meleklerimi) geliştirirebilmeyi (=bizdeki potansiyel Âdem’e secde ettirebilmeyi) tercih etmekte, gerçeğin kendisi olarak görüp Somut bulmaktayım.

Cinleri tanımları, ne oldukları belirsiz ve bilim tarafından kabul görmeyen aura, kirlian beden gibi ifâdelerle değil de özetle her insanın farkında olamadığı alt benlikleri olarak görmekteyim.

Bilinçaltımız dalga yapılıdır. Bu dalga kuantum olasılık dalgasıdır. Bu dalga=enerji yapıya geçmişte En-Nâr denilmiştir.

İnsanların her iki elinin avuçları içinde Arapça 81 ve 18 rakamları vardır bunların toplamı 99 yapar, Allah insanı iki eliyle yarattığını belirtmektedir ve biz dua ederken her iki elimizi açıp Allahtan 99 isimliyle isteriz. Bunlar holagrafik kayıtlar mıdır?

Kur’ãn ve Hadîslerde geçen 7, 50, 70, 100, 700, 1000, 50 bin, “1000′den 50 eksik”, “100′den 1 eksik” ifâdelerinin günlük kullanımlarındaki bildiğimiz sayısal değerlerin bizzat kendilerinin olmadığını, Cennet şarabının bildiğimiz şarap olmaması gibi bu sayısal değerlerin de dünyamızdan yapılmış birer sembol olduklarını düşünmekteyim.

Örneğin bir çok dilde “tam, kusursuz, eksiksiz, dengeli” anlamına gelmekte olan “yüzde yüz” ifâdesi vardır. Yâni “yüz” kelimesi böyle bir “mükemmelliğe” işâret etmektedir. Dolayısıyla Varlık bütün boyutları ile “yüz” sayısı ile ifâde edilebilir. 100′deki “1″ bu varlığın Zât’ına, “100′den 1 eksik” ise bu Varlığın sonsuz sayıdaki “tam, kusursuz, eksiksiz, dengeli” özelliklerine işâret etmektedir diye algılıyorum. Dolayısıyla Varlığın 99’la sınırlı değil, sonsuz sayıda özelliği vardır. ”

İkinci husus, avuç içlerimizdeki işâretlerin 99′a işâret ettiğini açıkçası zorlama buluyorum. Çünkü bu işâretler farklı anlamlara da çekilebilir. Geçmişte yaşamış tüm insanların ayaları da benzer şekillerdedir. Rasûlullah’tan önce yaşamış Arap olmayanların avuç içlerinde neden Arapça şekiller olduğu sorulabilir? Neden Türkçe değil, Arapça kutsal mı? Neden bir tarafta 81 diğerinde 18, neden 72′ye 27 değil şeklinde sorular uzatılabilir.

Gerçek dua ancak O’nadır; O’ndan başka yalvarıp durdukları ise, onlara hiçbir şeyle icabet etmezler. Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimseye benzer ki, su ona gelmez. Kafirlerin duası hep bir sapıklık içindedir. RAD 14

Yüce Kuran- Kerime bin tane elif eklemesi yapılmıştır demekle ne demek istediniz, yani Kuranı- kerim değişmiş midir? lütfen bu konuyu biraz açıklarasanız memnun olurum zira anlamadım benim bildiğim Kuranı kerim Yüce Allah(C.C) koruması altında olduğu bir harfinin dahi değişmeyeceği, belki yazınızı yanlış anladım.

Kur’ãn’a değil, mushafa harfler eklenmiştir.

Mushafın, yani yazımın/yazım şeklinin veya âyet sıralamasının değil, Zikrin korunacağı bizlere bildirilmektedir. Zikir ise Mãnâdır, Ruhtur. Mâna ise kelimeler uzayının ötesindedir. Unutmayalım, Kur’ãn üzerinde Arapça kelimelerin yazıldığı sayfalar halinde gökten düşmüş/inmiş bir bilgi kaynağı olmadığı ve Evrensel Özümüzde SAKLI/KORUNMAKTA (zikri koruduk âyeti buraya işâret eder) olduğu için değiştirilebilme ihtimalinin dışındadır ve bu tartışmaların muhatabı değildir.

Mushaf yazımında değişimlerin meydana gelmesi ise makûldur. Kelimelerin anlamlarını değiştirmeyecek veya kelimelerin anlam zenginliğini/genişliğini koruyacak şekilde mushafta değişikliklere gidilmesi ise müslümanlığın geçirdiği süreç gereği gayet normal.

İlk dönemlerde ayetlerin yazım tipi sadece o dönemin Araplarının kolayca anlayabileceği bir formatta idi. Örneğin, “be” harfi hariç hiç bir harfte noktalama işaretleri yoktu (lütfen alttaki resmi inceleyiniz, hatta günümüz mushafları ile karşılaştırınız), şedde-ötre-cezm, med dediğimiz kavramlar ise çok sonraları eklenmiştir mushafa. Diğer milletlerin de müslümanlığı kabul etmeye başlamaları ile birlikte mushafı okumada ortak ve doğru telaffuzda buluşabilmek, yanlış okuma tiplerini elemek maksadıyla bu tip değişikliklere gidilmiştir.

Kısacası, Kur’ãn Arapça okunacak şekilde inmiştir; ama bu değişikliklerle birlikte Kureyş lehçesine (Türkçe eserlerin Karadeniz bölgesi ağzı ile yazılmayıp da İstanbul lehçesine döndürülmesi gibi) indirgenmiştir. Farklı kıraatler/okuma biçimleri ise çelişki veya değişilik ürünü olmayıp anlam zenginliğidir.

Örneğin;

“Maliki (mim-elif-lam…) yevmid din” okunuşu da (din gününün sahibi) “Meliki (mim-lam…) yevmid din” (din gününün meliki) de doğrudur.

Resim: Kûfi harflerle yazılmış Kur’an. Araf suresi, 86 ve 87. ayetler.

Kutuplar, Gavslar, üçler yediler mecazları (bunlarda mı mecaz?) neye işaret etmektedir?

Bu tanımlamalar yaşanılan dönemdeki, beyni ve bilinci en gelişmiş kişileri ifade etmek maksadıyla kullanılır. Ve bu kişilerin “kimlik müslümanı” olma zorunluluğu da yoktur.

“Kelimeler dini bir alt yapıyla geliyor olsalar bile, kutsal değildir.”

Bu söylediğinizden yola çıkarsak ayetlerin mana itibariyle kutsal, lafız olarak kutsal olmadığını söyleyebilir miyiz?

Hiç bir lafız, hiç bir kelime Zihin dünyasına ait olduğu için kutsal değildir.

Arapça anlamını bilmediğimiz kelimeleri kullanılarak yaptığımız dini ritüeller, zihnimizde istenilen manayı oluşturmasa da faydalı olur mu?

Spor yapmış olursunuz.

İnsanda ulvi duygular uyandıran, hakikate yönelişini sağlayan, düşünüş yada uygulamalar mana yönü ile belki namaza belki oruca karşılık gelebilir mi ?

Namaz, oruç vs. ritüeldir ve mana oluşması için yapılmaz bilinenin aksine. Bu ritüeller idrak edilen, beyinde oturmuş mana veya hakikat hissi sonrasında melekeleri çıkmakta olan beyin/bedenin mi’racı için şekil gibi gözükse de maneviyat yüklü eylemlerdir. Maymun (taklit ehli) veya domuza (bağırsak ehli olarak) dönüştürülmüş kişi istese de namaz kılAmaz, oruç tutamaz; İnsana FARZ’dır bunlar. Yani, bahsettiğiniz ulvi duygular hep bu ritüellerin farz olması için gerekli. Yani birbirlerinin yerine koyulan konular değiller.

Büyü- tılsım-muska vs. kültürümüzün bir parçası ve neredeyse tamamı Arapça harfler, ayetler kullanılarak yapılmaktadır. Kutsallığı olmayan bu kelimelerin, anlamı bilinmeyen ayetlerin kullanımı, insanların bunu dini bir kılıf ile meşrulaştırmak istemeleri olabilir mi?

Güzel tespit! :) Büyüyü veya duayı yapan, ileten kelimeler, lafızlar değil, beyindeki güçtür.

Anlamadığım bir nokta var. Kendim için; gerçek benimi değil, sahte olanı asıl kabul ederek bir yanılgı içindeyim diyorum, fakat gündelik hayatta çoğunlukla insanlar sahte benliğini asıl varlığı kabul etmiyor mu? Dolayısıyla kendi iç alemimde Tek oluşu hissederken, dış alemimde karşımdaki sahte benlikleri ve bunların otomatik davranışlarını nasıl değerlendirmem gerekir?

Tekin, kendini bölünmez Tek olarak hissettiği bir bilinç durumunda iç ve dış alem kavramı düşer, her şey ve her kes ayrımları kalkar, etiketleri olmayan tek bir şey, bütünlük olur; sahte benlikler erir, görün(e)mez. Çünkü o sahte benliklere varlık veren zaten bizim sahte benliğimizdir, sahte benlik varken TEK yoktur, cennette gizlidir.

İnsanın saflaştıkça kaderini etkilemesinin sınırı var mdır? Eğer insanın kaderini etkilemesi evren için de bu söz konusu mudur?

İnsan arındıkça, takdir eden ve edilen ikiliğinden kurtulur, özünün belirişi (alt boyutun bakış açısıyla) daha “özgür” bir şekilde tecelli eder.

Bir paragrafta şöyle deniyor: “Risalet Türkçe konuşan biri tarafından ayrıntılansa idi acaba ‘Allahu Ekber’ karşılığı hangi kelimelerle olacaktı? O Türk Resul, ‘Tanrı’ ve ‘Yüce’ kelimelerini es geçip acaba halkın bilmediği yeni Türkçe kelimelerle mi ortaya çıkardı? ”

Ama böyle bir şey varsayılamaz. Çünkü risalet (kendini en iyi ortaya koyacağına inandığı) Arapça ile ayrıntılanmıştır. İş OLUP bitmiştir. En iyi seçenek bu olmalı idi ki bu seçeneği değerlendirmiştir. Başka bir dil ve resul varsayımı, bunun mümkün görüldüğünü gösterir Kİ mümkün görmekle, başka bir şeyi mümkün gören (makam) ın ‘daha mümkünü’ yapmadığını iddia etmiş oluruz. Böyle düşünüyorum.

Risalet Arapça ile ayrıntılanmamıştır; Risalet Arap olan bir beyinde tezahür ettiğinden Arapça olarak dile gelmiştir o beyin yapılanması tarafından. Arapça sadece bir vasıtadır.

Âyet gereği bir çok toplumda Rasul adlı Evrensel kişilikler ortaya çıkmış ve kendi toplumlarının dillerinde insanlara ilahi öğretiyi aktarmış, teklif etmiştir. Arapça, İbranice, Ademce, Nuhça vs.. Türk, Çin, Moğol peygamberlerin çıkmış olma olasılıkları da yüksektir. Ve bu dillerde Mutlak Kudretin adı Allah değildir.

Fikre Düşenler” hakkında 14 yorum

  1. Selamün aleyküm!

    “Kul, kulluğunu hissettiği müddetçe (gizli) şirk içindedir” diyorsun.

    Bu durumda diğer herkesi de kul olarak görmekten, bilmekten vazgeçmemiz gerekiyor.  (Kendimize ayrı, başkalarına ayrı yaklaşamayız.)

    Bundan hareketle bir gün, Hz. Muhammed’in (s.a.v.), Allah’ın kulu ve resulü olduğunu bize hatırlatan şehadet cümlesini söylemeyi bırakmamız mı gerekiyor?

  2. Aleyküm Selam değerli Nihat Bey,

    (Gizli) şirk olgusu çokluk alemini algılayabilmek ve hatta şehadet edebilmek için şarttır. Kişideki sınırlı ben hissi (yani gizli şirk) olmadan kulluğunu hissedemez, kendinden ayrı bir gerçekliğe şahit olamaz.

    Gizli şirk de ancak Teklik, sınırsız Ben hissi tadıldığında kalkar, ki bu bilinç durumunda zihindeki her türlü kavram düşer.

  3. Sınırsız Ben Hissi’nin de bir sınırı vardır herhalde Yoksa mutlak sınırsız bir benlik (e ulaşma) değildir sözünü ettiğin. Bu durumda kulluk sürekli olacaktır ama çapı ve mahiyeti farklılaşacaktır.

    Kemal Bey’in de kulluğun ezeli ve ededi olacağına dair görüşlerini hatırlıyorum. Bu yazısının son paragraflarında bundan söz ediyordu. Bana anlamlı gelmişti.

    1. Evet, kulluk, (yani gizli şirk) sonsuza dek olacaktır; çünkü beynin-bilincin çokluk alemini (benim bedenim hissini, benden ayrı benler olduğu gerçeğini, ben-ler arası iletişimi, kısacası dünya ve ahiret hayatını) algılayabilmesi için kulluk şarttır. Fakat, bizlerden istenen sadece bu sınırlı ben hissine (cehenneme) takılı kalmayıp, ilahi olan sınırsız ben hissinin de yani Kemal Bey’in de ifade etiği gibi “kul” ve “kulu olan” diye “ikilik/ şirki hafî/ gizli şirk” yoktur deneyiminin de (bilgisel inanç değil) açığa çıkarılmasıdır.

      Bu Teklik halinin kişiden sürekli olarak sadır olması çok fazla ruhsal enerji isteyen bir durumdur ve bedenin-beynin bunu taşımaya gücü yetmez, mecburen gizli şirk boyutuna sürüklenir; ama bilinç fonuna Teklik sinmiş olarak. Rasul’e sürekli vahiy gelmezdi (Teklik algısı); savaşlara katılırdı, tebliğde bulunurdu (Çokluk algısı) vs.

      Yanlış anlaşılmalara yer vermemek için şunu da ekleyeyim: Sınırsız ben hissinin açılması Allah olmak, Allah’la bütünleşmek vs. değildir; Evrensel Ruh (âlem) olmaktır, Evrensel Ruh uzayına girmek/bütünleşmektir. Elbette bütüne katılan bir parça yok; kastettiğim, kendini parça olarak hissediş yanılgısının kalkması ve tümel özü-hissedişin fark edilmesidir. Allãh (Mutlak sınırsızlık) ise âlemlerden (sınırsızlıklardan) öte (!) dir.

      Sonsuz ötesi matematiğinde anlatılan ALEF (א) sayısı bahsettiğim sınırsız Ben hissine, evrensel Ruha işâret eder. Allah ise matematiksel olarak (ALEF * ALEF ) ^ ALEF ötesine de Muhît olan El Evveldir.

  4. “Akıl ve Gönül Ekseninde
    İslâmî telâkkiye göre akıl, imandan sonra en büyük nimet olarak kabûl edilir. Çünkü akıl ilâhî teklifin temel şartı; Allah’a kulluğun en önemli vâsıtasıdır. Allah’ın nimetlerini tanımayı sağlar ve O’na şükretmeye vesile olur. Akıl, hevâ ve şehvetin zıddıdır. Tasavvufî telâkkide beden mülkünün pâdişahı ruhtur. Akıl onun veziri olup Hak ile bâtılı birbirinden ayırmaya yarayan bir nurdur. Genellikle akıl, akl-ı meaş ve akl-ı meâd olmak üzere ikiye ayrılır. Akl-ı meâş, madde ve duyu âlemiyle ilgili, nefsin hevâsına mağlûb, vehm ile fehm arasında gidip gelen akıldır. Nazari akıl da denilen akl-ı meâş Allah’ı bilmekte yetersiz, ilâhî hakikatleri, gayb âlemi ve âhiretle alâkalı konuları idrâkte âcizdir. Akl-ı meâd ise madde ve duyu âlemini aşıp ezelî ve ebedî yüce hakikate dâir hüküm veren, ilâhî hitâbı anlayan ve âhireti algılayan bir nûr, bir melekedir.

    Akl-i meâd, iki gözüyle işin sonuna, kıyamete bakar; din gününü görür. Âhiret gülünü elde etmek için dünya dikenlerine katlanır. Aklın dikenlerine katlanarak beklediği âhiret gülü, solmaz ve dökülmez. Ancak gülün kokusunu almak için gönül gözünün ve gönül duyularının açık olması lâzımdır. Nitekim dünya gülü bile güzel kokusunu dikenle arkadaşlığına ve onun kendisine verdiği acılara katlanmasına borçludur.

    Akl-ı meâd sâhibi akıllı kişiler, ebedi olarak ölümsüzlüğe ermişlerdir. Çünkü onlar Bâkî olanı bulmuşlar, onunla dirilmişlerdir. Onlar takvâ ile hevâ elini bağlamış takvâ ehli kimselerdir. Allah Teâlâ, takvâ ile nefs elini bağlayanın aklının ilim ve amel ellerindeki bağı çözer ve artık akıl insanı hayır ile kumanda etmeye başlar. Önce insana hâkim olan duygular artık onun mahkûmu olur, buyruğu altına girer. Aklı hâkim, hisleri mahkûm olan kişi, uyanık iken bazı müşâhedelere erer.

    Akıl ile hevâ, ya da şehvet, birbirinin alternatifidir. Akla hevâ egemen olunca onun adı nefis, akıl rûha tâbi olunca onun adı gönül olur. İnsan akıl yerine hevâ ve hevesi kendine vezir yapınca namazdan, niyazdan uzaklaşır, kötülüklere bulaşır. Çünkü hevâya mağlup olan akıl artık akıl değildir. Nasıl altın gibi görünen kalp maden altın değilse, böyle bir akıl da akıl değildir, vehimdir; ama akıl gibi görünür. Bu yüzden Hz. Mevlâna:

    “Ey Hak yolcusu, akıl şehvetin zıddıdır. Şehvete esir olan zavallıya akıl deme. Şehvet dilencisinde bulunana akıl değil, vehim de!” Mesnevî, IV, 2301-2303

    İnsandaki nefsânî arzular; hevâ ve heves, aç gözlüdür, doymak bilmez, sürekli dünya tâlibi ve maişet muhibbidir.

    Akıl ya da vehmin, akıl mı vehim mi olduğunu anlamanın yolu, insana yaptıkları telkinleri, Kur’an ve sünnet perspektifinde değerlendirmektedir. Kitap ve sünnet mihenk taşı gibi insanın duygu ve düşüncelerinin sağlam olanlarını kalp olanından ayırır. Kur’an’a ve sünnete uygun düşen düşünceler gerçek aklın; yani akl-ı meâdın ürünüdür. Bunun aksi ise vehmin ve nefsin iğvâsıdır. Aklı öldüren ve onun “meâd” özelliğini gideren dört şey vardır Mevlânâ’ya göre: “Şehvet, hırs, tûl-i emel ve makam sevgisi.” Bu yüzden insanın aklını başına alması, varlık bahçesinde sürgün veren kötü dalları kesmesine, nefsânî ve şehvânî düşüncelerden kurtulmasına bağlıdır. Bu sâyede rûhânî ve rabbânî duygular gelişir ve insan, insan olur.

    Göz, mücerred görmek üzere yaratılmış bir organ olduğu halde kendini görmekten âcizdir. Aynen onun gibi idrak merkezi sayılan akıl da bizzat kendini tanıyamaz. Kendini tanıyamayan akıldan yaratanını tanımak nasıl beklenebilir? Nitekim şâir sözü bu vâdide çok anlamlıdır:

    Ben aklımdan isterim delâlet

    Aklım bana gösterir dalâlet

    Allah’ı tanıma noktasında aklın varabileceği nokta, “hayret vâdisi” denilen âcizliğini kabûlüdür. Nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in şu teşbihi bu mânâyadır: “Yaratıklarına kendisini tanımak için tanınmasının imkânsızlığından başka bir yol bırakmayan Allah’ı tesbih ederim.”

    Hayret vâdisi aynı zamanda aşk vâdisidir. Nitekim Hz. Mevlânâ der ki:

    “Ey Hak yolcusu, sen aklı zekâyı sat da hayreti al! Çünkü zeki olmak, bir fikir yürütmekten ibârettir. Halbûki hayret, Hakk’ın san’atını, kudretini görüp şaşkınlığa düşmektir. Nitekim Nuh’un oğlu Ken’an da akıl yürütmüştü.

    Akıl ve zekâ sana kibir ve gurur verir. Sen hayret üzre ol, gönlün düzelsin. Aklı dostun aşkında kurban et. Çünkü bütün akıllar, dostun bulunduğu taraftadır. Ruhların da akılların da çıkış yeri Hakk’tır. Bu sebeple aklı Hakk’ın aşkında kurban et!” Mesnevî, IV, 1407-1411

    Akıllı ve zeki kişiler san’atla yetinir, âşıklar ve hayret vâdisine düşenler san’atı görüp heyecanla San’atkar’a koşarlar. Akıl yararlanacağı; fayda göreceği şeyi arar, aşk ise hiçbir şeye aldırmadan vurgun olduğu San’atkâr’a koşar.

    Kalbin, aklın şüphelerinden bir nurla aydınlanması sâyesinde kurtulduğunu söyleyen Gazzâlî “kudsî akıl” ifâdesiyle keşf ve müşâhedeyi anlatır. Ona göre akıl, nazar ve istidlâl yoluyla amacına ulaşmaya çalıştığı halde kalb, tasfiye sâyesinde müşâhede ve keşfe erer.

    Mevlânâ, aklın gayb âlemi hakkında verdiği bilgileri körün renkler; sağırın sesler hakkında verdiği bilgilere benzetir. Aklın söz ve davranışlarda rehber olabileceğini, fakat derûnî hayat alanında “çamura batmış merkep” gibi âciz kalacağını söyler ve “Mustafâ huzurunda aklı kurban edin” diyerek aklın sınırını çizer. Çünkü bağlamak anlamına gelen aklın faaliyet alanı son derece dar ve sınırlı; kalb âlemi ise çok geniştir. Bu yüzden tasavvuf ehli tasavvufî bilginin kaynağı olarak kalbi görmüşlerdir.

    Kalb, aklın zıddı değildir. Bir yere kadar akılla kalb içiçedir. “Akletme” kalbin bir fonksiyonudur. Kur’an’da buna işaret vardır. bk. el-Hacc, 22/46 Metafizik konularda kalb aklı aşar. Bu alanda kalbin sezişi esastır. Kalbin gayb âlemine bakan bir penceresi vardır. Buna “kalb gözü” denir. Üstü günah kiri ve cehâlet pası ile örtülü olan “kalb gözü” mücâhede ve riyâzat usûlüyle temizlenebilirse mânevî âlem ve oradaki gerçeklerin perdesi açılır. Bu bilgilere marifet, irfan, ilhâm ve ledünnî bilgi denir.

    Kalp, imanın ve küfrün merkezidir. Kalp iman nûru ile dolduğunda “gönül”; inkâra ve küfre yöneldiğinde “nefs” adını alır. Gönül ulviyete, nefs ise süfliyete mütemâyildir. Gönül nazargâh-ı ilâhîdir, beytullahdır. Yerlere göklere sığmayan Allah Teâlâ hazretleri mümin kulunun gönlüne sığmıştır. Gönül irfan kaynağıdır. Kalp Arapça, dil Farsça, Gönül de Türkçe aynı mânâyı ifâde eden kelimelerdir.

    Beş duyumuzun her biri aynı su deposuna bağlı musluklar gibi gönüle bağlıdır. Gönlün dileği ve emriyle görürler, işitirler, koklarlar ve tadarlar. Gönül isterse göz görülecek şeylere, dünyaya, dünya nimetlerine bakar ve yine gönül dilerse göz mânâya ve ilâhî sırlara bakar.

    Allah dostları gönül gözüyle âlemi seyredip her an her yerde Allah’ın hikmetini; san’at ve kudretini görmek ister. Rahman ismiyle “gönül” arasında münâsebet vardır. Aynı kökten olan rahmet, kalp yufkalığı, gönül inceliğidir. Gönül kelimesi de rahmet ve yumuşaklık söz konusu olduğu alanlarda kullanılır. Bu durum gönülde Rahman tecellîsinin bulunduğunu gösterir.

    Gönül aşk mahallidir, akıl düşünce. Akıl ile aşk da birbirinin zıddıdır. Akıl ile aşk bir arada bulunmaz. Çünkü aşk aklı baştan alır. Akıl ile aşk su ile ateş gibidir. Akıl olunca aşk, aşk olunca da akıl olmaz. Ancak bu ifâde ikisinin hiçbir zaman bir arada olmayacağı anlamına gelmez. Buradaki akıl maslahata; menfaata takılıp kalan hesâbî akıldır. Yoksa mutlak akıl değil. “Meâd” denilen akıl, gönle, kalbe yardımcıdır.” Prof.Dr. Hasan Kamil YILMAZ

  5. Nehirler -ilim akıtan zevât
    KEVSER de bu kişiler olmadan da devamlı sana bilgi gelmesi mi…akış hiç kesilmeksizin…

    1. “Kevser” kavramını Hakikat boyutunu da içeren Şeriat olarak anlıyorum.
      Veya.. Kesret, yani Çokluk aleminin TEK’lik Şuurunun idrakiyle algılanması.. Halkı HAK ile, HAK filtresi ile görmek..

  6. ”üzerinize nimetimi tamamladım’
    NİMET sanırım; yeryüzünde sadece “düşünme melekesine” sahip İnsãn türüne âit bir meziyet.’diye tarif edilende ki DÜŞÜNME .
    nimetin tamamlanması da; düşünmenin sonucuyla beynin 100%100 kullanımı ..işlek kalp işlek akıl mı oluyor,düşünce gücünün açığa çıkışı ve kontrolü

  7. Sonsuzluk Kulesi selamlar…
    Diyorsunuz ki,
    “Mushafın, yani yazımın/yazım şeklinin veya âyet sıralamasının değil, Zikrin korunacağı bizlere bildirilmektedir. Zikir ise Mãnâdır, Ruhtur. Mâna ise kelimeler uzayının ötesindedir. Unutmayalım, Kur’ãn üzerinde Arapça kelimelerin yazıldığı sayfalar halinde gökten düşmüş/inmiş bir bilgi kaynağı olmadığı ve Evrensel Özümüzde SAKLI/KORUNMAKTA (zikri koruduk âyeti buraya işâret eder) olduğu için değiştirilebilme ihtimalinin dışındadır ve bu tartışmaların muhatabı değildir.”

    Size aynen katılıyorum.
    Fakat bunu dedikten sonra diyorsunuz ki,

    “Mushaf yazımında değişimlerin meydana gelmesi ise makûldur. Kelimelerin anlamlarını değiştirmeyecek veya kelimelerin anlam zenginliğini/genişliğini koruyacak şekilde mushafta değişikliklere gidilmesi ise müslümanlığın geçirdiği süreç gereği gayet normal.” diyorsunuz.

    Anlamını, ruhunu değiştirmeyecek şekilde kelimelerin muhafaza edilmesini sağlayan güç,
    harflerin, ayet/sure diziliminin de değişmemesini sağlayabilirdi. Şöyle bir yorum okudum:
    “Peygamberler kendilerine verilen görevi tamamlamadan ölmezler, o halde vahiyin mushaf haline getirilmesi diye bir emir olmamıştır.” Bu durumda mushaflaşma aşamasında mana/anlam değişiklikleri ve hatta iktidarlar tarafından eklemeler yapılmış olma ihtimali sıfır mıdır? Mushaflaşma sürecinde bir çok soru işareti var biliyorsunuz… Zeyd’in Hz.Ömer’e “peygamberin yapmadığı bir işi nasıl yaparız” diye endişesi var.

    Kadına vurma/dövme meselesi, miras hukuku, köle cariyelerin hukuk vs. gibi yerel veya o döneme ait olması gereken vahiyleri Allah, “1.000 sene sonra da kullarım bu dönemde Mekke/Medine’de geçen bu olayları bir mushaftan harfi harfine okusun öğrensin” demiş olabilir mi? Neden demiş olsun? Örneğin Enfal suresi 60. ayette ise, müslümanların savunma amacıyla “kuvvet ve besili ATLAR hazırlamaları” emredilir. Bu emirin günümüzde bize ne gibi faydası var?
    Özellikle bu tür vahiylerin mushafta olmasında nasıl bir HİKMET vardır? Var mıdır?
    Bu konuda görüşleriniz merak ediyorum..

    1. Kıymetli Fırat, güzel yorumların için teşekkürler.

      Şahsen Kur’anın mushaflaşma tarihi ile ilgili olarak geleneğimizdeki anlatımları genel şablonuyla kabul ediyorum. Eğer Kur’an ayetleri müslüman coğrafyanın dört bir köşesindeki zihinlerde olmasaydı, mütevatir olarak aktarılmasaydı değiştirilme kuşkusunu taşıyabilirdik. Gelenek/Sünnet içerisinde hicri 2. asırdan bu yana belki yüzbinlerce kitap yazılagelmiş. Böyle bir ekleme – çıkarma olsaydı muhakkak tevatüren bahsedilmiş olması gerekirdi en az birinde. Ama yazı içerisinde de anlatmaya çalıştığım gibi -ki siz de araştırmışsınızdır- sözcük yazımı, kuralları ile ilgili eklemeler – çıkarmalar tarihen de sabit olmak üzere mevcut.

      Yazı içerisinde “kelimeleri” koruyan güç demedim, dikkat ederseniz. “Anlam ve ruh korunur” ki bundan kastım Ademliğin başlangıcından bu yana İnsanlığın ortak vicdani, evrensel, dönemlere göre değişmeyen değerleridir. İlk medeni insan için de adam öldürmek, hırsızlık yapmak vs. kötü idi, şimdi de, gelecekte de. Bu DİN’dir, VİCDAN’dır, MAKSAT’tır, MESAJ’dır, BİLİNÇ’tir ve değişmez.

      Müslümanlar peygamber sonrasında doğal sürecinde çeşitli motivasyonlarla kendi elleriyle mushafı ayrıca korumuşlardır. Ama ben bu korumada ilahi bir emir, istek aramıyorum. Hiç yoktan bir “korunmuşluk” tartışması çıkartılmış. İlahi bir emir, istek olsaydı ilk ayetten bu yana derhal yazıya geçirilmesi gerekirdi. Halbuki özellikle Mekke döneminde o zorluklar içerisinde ayetler yazıya geçirilmemiş. Zaten yazı kültürü de yok. Yazıya geçirilenler de bugünki Arap alfabesiyle dahi değil. Tüccarların çokça kullandığı Arabi alfabenin babası Nebati alfabesi.. İşin enteresanı -anladığım kadarıyla- o dönemin müslümanları sonraki dönem müslümanları gibi korunmuşluk – korunmamışlık kaygısı ve tartışması yapmamışlar, ta ki Ehli Kitabın teolojik birikimleriyle karşılaşana dek. Yani çok sonraki dönemin polemikleri bunlar. Ve bu bakış açısıyla da “Zikri koruduk” ayeti bağlamından kopuk ve anakronik olarak yorumlanmış.

      HİKMET, hüküm çıkarma işlemi.. “Size Kitabı ve Hikmeti öğreten” der ayette.. Demek ki tikel, örnek hüküm çıkarımları üzerinden bir BİLİNÇ kazandırma var insanlara. Kur’an BİLGİlendirmekten ziyade bir ŞUUR kazandırma peşinde Peygamber üzerinden. Bahsettiğiniz yerel, zamansal ve DEĞİŞKEN olan örneklemeleriniz de Kur’anın ŞERİAT, MİNHÂC veya sonraki dönemlerin FIKIH dediği DİNAMİK kısmı oluşturur. DİNAMİK olduğundan o çağın, dönemin, yörenin problemini çözmek içindir. Dediğiniz gibi günümüzü ilgilendiren meseleler değil. “Atlar hazırlayın” emreden ayetin MAKSADI da bugün bellidir sanırım :).

  8. Sonsuzluk Kulesi cevap için teşekkürler. Aynı düzlemde olduğumuza sevindim. Ben bu hakikat arayışında hep git gel ler yaşıyorum. Önemli olan Anlam ve ruh, bunda en ufak şüphe yok. Allah’ın Mushaf oluşturmak gibi bir niyeti yok, buna da şüphe yok. Ama insan kendine sormadan edemiyor: binlerce insan Mushafı bu kadar detaylı araştıramıyor, 1400 yıllık tozu pası silemiyor, yobaz hocalardan etkileniyor ve “haklı olarak” deizmi, ateizmi vs. seçiyor. Herkes sizin gibi benim gibi değil. Bizim gibilere de diyorlar ki: varsayalım sizin dedikleriniz doğru peki ama Allah böyle bir şeye neden izin veriyor, kullarının yanlış yöne gitmesine izin mi veriyor. Ben de burada kalıveriyorum.. yorumunuz…? Ayrıca zina nedir ve zinanın cezası konusunda bir çalışmanız olacak mı?

Sonsuzluk Kulesi için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir